Category Archives: Ardından

Dogville’in Ardından

Bu akşam Akün Sahnesi’nde Dogville oyununu izledim. Kalabalık bir ekibin oynadığı, sahneye koyma adına güzel dokunuşlar yapılmış detayların olduğu bir oyundu. Oyunda bir seyirci koltuğunun da kullanılması sebebiyle diğer sahnelerde nasıl oynanacağını merak ediyorum. Oyuncuların izleyicilerle geçişkenliğinin olması bana sebebini anlayamadığım bir keyif veriyor. Benzer durumu 12 Öfkeli’de neredeyse sahne içinde diyebileceğim bir şekilde oturduğumda da hissetmiştim. Ayrıca, seyirciler koltuklarına yerleşirken sahnede ufak hareketlerin olduğu oyunlar da, İzafiyet ve Toplu Hikayeler’de olduğu gibi, aklımda hoş hatıralar bırakıyor.

Yaşadığım çevreden farklı kanaatlere sahip olduğum zamanlar oldu. Tecrübesizken bunları dile getirdiğim de oldu. Sonra öğrendim. Anlaşılacak şekilde ifade etmemek gerektiğini öğrendim. Söylememek gerektiğini değil veya ifade etmemek de değil. İçinizde tutmak mümkün değil sanırım veya ben beceremedim, beceremiyorum. Bir yere kadar tutabiliyorum, bir zamana kadar. Biriken basıncı içinde tutmak kolay değil, ama fütursuzca dışarı vurmak da sürdürülebilir değil. Bu sebeple bir şekilde boşaltılmalı biriken. Ama usulca. Bu dediklerim benim gibi güçsüzler için geçerli sadece. Gücünüz varsa fütursuz olabilirsiniz, olmak istersiniz belki de olmalısınız. Ama ben olamam, şimdi de olamıyorum ve sanırım hiçbir zaman olamayacağım. Olamayacaksan herhangi bir şeyin anlamı var mı? Olabilseydim anlamı olur muydu? Bilmiyorum, fakat düşünüyorum.

Bir ara mutluydum. Yani sanırım öyleydim. Mutlu değilsem bile şimdiki kadar rahatsız değildim. Tekrar öyle olmak mümkün görünmüyor bana. Bir sebep, amaç bulabiliyordum kendime ve görevini yapmış bir insanın huzurunu, mutluluğunu veya hangi hisse o his onu hissedebiliyordum. Şimdi ise öyle değil. Bu huzursuzluk tahammülümü de tüketiyor, yok ediyor. Merhametsiz kılıyor beni. Hissedemiyorum. Sebepsiz acı çektirildiyseniz, işkence edildiyseniz oluyor sanırım veya sadece üst üste geldiği için öyle düşündüm. Grace’inki de mi tesadüf? 

Oyunun bittiği yere kadar olanı iyi kötü ben de biliyordum. Sonrasını çok merak ediyorum. Grace sonra ne yaptı? Bir günü nasıl geçti? Sabah ne yapmak için yataktan kalktı? Peki miras kalan iktidarı olmasa ne yapardı? Veya oyun bir başka şekilde aksaydı ve bir gün başka bir Grace bulup onu umursamadan salsalardı ne yapardı?

Roma Hamamı’nın Ardından

Okulların ara tatilinde annem ve kardeşim bize geldiler. Tiyatro izlemeyi sevdikleri için birlikte İrfan Şahinbaş Sahnesi’ndeki tek perdelik oyuna gittik. Oyunun adı ve afişi oyunun Roma döneminde geçeceği izlenimini vermişti fakat öyle olmadı. Stüdyo Sahne küçük olması ve koltukların sıralanışı ile nerede oturduğunuzdan bağımsız olarak çok iyi bir görüş imkanı sunduğu için bana çekici geliyor. Ek olarak, araçla gelecekler için rahat otoparkı aracı olmayanlar için Opera’dan servisi ile de ulaşımda kolaylıklar sunuyor.

Birey mi toplum mu öncelenmelidir sorusunun şu an bende de cevabı yazar gibi çok net. Fakat bir dönemler arada kaldığımı, bugünkü kadar kesin bir cevaba sahip olmadığımı hatırlıyorum. Demek ki ben de kimi durumlarda toplumun menfaati adına bir takım kişisel haklardan vazgeçilebileceğini düşünmüşüm. Bu durum insanları sevmekten kaynak  buluyormuş gibi dursa da, sanırım biraz da en doğrusunu bildiğini sanmak yanılgısını ihtiva ediyor. Birey kendiniz değilseniz toplumun menfaatlerini önde tutmak daha kolaydır. Fakat kendi zararınıza olacak şekilde toplumun faydasını önceleyebilir misiniz? Hele bu çağda, bireyselliğin son derece ilerlediği bir dönemde, bu mümkün müdür? Zannediyorum ki çok küçük bir azınlık haricinde insanlar kendi çıkarlarından vazgeçmiyorlar, belki de vazgeçemezler. Menfaatinden öncelemiyormuş gibi görünen birçok kişinin ajandasında daha büyük bir faydanın olduğunu zannediyorum. Toplumun huzuru ancak bireylerin temel haklarından vazgeçilmedikçe temin edilebilir. Yoksa kişinin hakları toplumun faydasının neyde olduğunu belirleyen kişiler tarafından çiğnenebilir. Zannediyorum ki Evrensel Beyanname’nin önemi de burdan kaynaklanmaktadır. Fakat populizmin pratikleri ile insanın hayatta kalma içgüdüsüne oynayarak bu uzlaşıyı unutturmak mümkündür.

Sabahtan Akşama’nın Ardından

İşyerinden arkadaşların kurduğu kitap kulübüne ben de katıldım. İlk kitabımız bu sene (2023) Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Jon Fosse’nin Sabahtan Akşama isimli novellasıydı. Kitabı öncelikle Storytel’den dinledim. Sonrasında da okudum. Kitabın bende en dikkat çekici kısmı cümlelerin nokta kullanılmadan uzun ve soluksuz devam etmesiydi. Hayatta sıkça rastladığım ve rahatsız olduğum bir durumdur soluksuz devam etmesi. Bazen bir mola ihtiyaç duyarsınız fakat maalesef mola yoktur. Hiçbir zaman dinlenmenize, nefes alıp tekrar yola devam etmenize izin vermez. Kitabın o aralıksız akışı da okunmasının zor olması ile bana hayatı anımsattı. Başınızdan zorlu bir olay geçtiyse muhtemelen siz de bir sonraki adımınızı atmak için biraz dinlenmeye ihtiyaç duymuşsunuzdur, fakat hayat size bu fırsatı vermemiştir ve vermeyecektir.

En çok molaya ihtiyaç duyduğumda kaybedecek zamanım yoktu. Hem ilerlemeli, hem de kendimi tedavi etmeliydim. Atlamam gereken engeli geçmek için fırsatın hangi an karşıma çıkacağını bilmiyordum ve geçiş kapısını bulana dek her kapının ardına bakmam gerekiyordu. Kurtuluş, kontrol edemediğim kapılardın birisinin ardında olabilirdi ve ben dinlenirken o kapı bir daha açılmamacasına mühürlenebilirdi. Bu sebeple ne kadar yorgun, bitkin ve yaralı da olsam fasılasız kapıları zorlamam gerekiyordu. Yaralarımı ancak doğru kapıyı bulduktan sonra, daha düzenli ve tanıdık yolda seyahatime devam ederken iyileştirecektim. Bir şekilde bu stratejim işe yaradı ve zor da olsa o en sancılı süreci, kelimenin gerçek anlamıyla, ölmeden atlatabildim. Hala iyileşmek için zamana ihtiyacım var ve biliyorum ki hayat bana o zamanı vermeyecek.

100. Yıl Cumhuriyet Bayramı Konserleri’nin Ardından

Bu yıl 29 Ekim herkeste daha yüksek bir heyecan uyandırdı. Cumhuriyet ilan edileli 100 yıl oldu. Kutlamalar, törenler önceki yıllardan daha coşkuluydu. Ben de bu kutlamalardan ikisine katılma fırsatı yakaladım, CSO’nun ve ADOB’un Cumhuriyet Bayramı Konserleri.

CSO’nun konserine 27 Ekim akşamı eşimle birlikte katıldım. Program tamamen marşlardan oluşmaktaydı. Konserde, sahnede bulunan iki koroya, seyirci koltuklarından eşlik eden amatör koroların da katılımı ile birlikte yaklaşık 900 kişilik büyük bir koro vardı. Konser programında söylenecek marşların sözlerinin de yazılması ile izleyicilerin de koroya dahil olması sağlandı. Yaklaşık bir buçuk saatlik program boyunca coşkulu marşlar söyleyerek bayramı kutladık. Bu konserde en çok Vatan Marşı’nı ve İzmir Marşı’nı beğendim. İzmir Marşı çok güzel bir düzenleme ile fakat hafif tempoda söylendi. En azından kapanışta yüksek tempo ile coşkulu bitirilebilirdi diye düşündüm. Nitekim, Opera Sahnesi’ndeki konser bu şekilde bitti.

29 Ekim akşamı sahnelenen konser ise bünyesinde bale ve opera sanatçılarını da barındırmasının avantajı ile dans ve teatral unsurları da içererek daha sarmalayıcı kurgulanmıştı. Seyirciler, temsilin gerçekleştirildiği mekanın dönemin mimarisinin önemli eserlerinden birisi olması yanında, fuaye tasarımı ile de daha salona girmeden başlayan bir deneyim yaşadı. Konserde ilk Cihan Harbi’nin neticesi ile başlayan, Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı ile devam edip Modern Cumhuriyet ile günümüze kadar uzanan Türkiye’nin hikayesi müzik ve şiirsel anlatımlarla iç içe şekilde aktarıldı. Program boyunca solistlerin Tosca ve Carmen operalarından söyledikleri parçalar müzikal olarak en keyif aldığım kısımlar olurken, Çanakkale Türküsü hüznü ve acıyı, İzmir Marşı ise coşkuyu ve kıvancı en yoğun yaşadığım eserler oldu. Çanakkale Türküsü’nün icrası esnasında her iki yanımda ve arkamda bulunan kişiler ağlarken benim de gözlerim doldu. İnanıyorum ki Türkçe bilmeyen bir kişi dahi o eseri dinleseydi yaşanan acıları bedeninde ve yüreğinde hissederdi.

İzledim diğer bir çok konserde olduğu gibi bu iki konserde de maalesef seyircimiz sahnelenen sanata yakışan düzeyi gösteremedi. Eserlerin icrası esnasında sohbet eden çok sayıda kişi vardı. Buna ek olarak, son konserde arka sıramda bayram coşkusunu evladına da yaşatmak isteyen bir anne vardı. Fakat yavrusu yaşı itibari ile bu düzeyde ve sürede bir temsili, anlamak bir yana dursun izleyebilecek seviyede dahi değildi. Zavallı yavrucak, programın üçte ikilik kısmından sonra her eser arasında “Umarım bu son şarkıdır.” diye mızmızlandı. İkili arasındaki konuşmaların zirve noktası ise; ilgili annenin, aryaların seslendirildiği anlarda üst yazının her değişimini fırsat bilerek “Şimdi ne yazıyor?” diye coşan çocuğuna ,ancak bir annenin gösterebileceği ilahi bir sabırla, çevirileri okumasıydı.

Özet olarak, bu özel bayramda böyle tarihi organizasyonları seyredebildiğim için kendimi müthiş şanslı hissediyorum. Muhakkak ki, sahnelenen programlar yakın coğrafyamız içinde türünün nadide örnekleridir. Fakat, içinde bulunduğumuz günün bendeki anlamı o kadar yüceydi ki organizasyonların sanatsal ve prodüksiyon ile ilgili yönlerine ancak bu kadar değinebildim. Sadece o ortamlarda bulunmak dahi hayatımın sonuna kadar mutlulukla yad edip, özenle anlatacağım bir hatıra kazandırdı.

CSO & Mariinsky Tiyatrosu Senfoni Orkestrası Ortak Konseri’nin Ardından

Hafta içi olmasına rağmen bu farklı konseri kaçırmak istemedim. Konseri dinlemek için beni motive eden birkaç başlık vardı. Bunlardan ilki, bu büyüklükte yabancı bir orkestra, tabir yerinde ise, ayağıma kadar gelmişti. Buna ek olarak, Rusya klasik müzikte ekol ülkelerden birisi ve misafir orkestra da bu ülkenin en prestijli organizasyonlarından birisi. Çalınacak eser ile icracı topluluğun ilişkisi de beni heyecanlandıran bir başka nokta oldu. Konserde Şostakoviç’in Leningrad senfonisi çalındı. Bir şehrin işgalden kurtuluş mücadelesini anlatan bu eseri o şehrin orkestrasından dinlemek konsere ayrı bir hikaye katıyordu. Son olarak ise konseri şef Valery Gergiev’in yönetecek olması da benim için konseri ilginç hale getiren konulardan birisiydi. Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında Münih Filarmoni Orkestrası’ndan kovulması ve önemli festival ve salonlardaki performanslarının düzenleyiciler tarafından iptal edilmesi ile gündeme gelen meşhur şefin yönetimine şahitlik etmek istedim.

Biletleri günler öncesinden tükenen konserin, bir çoğunun Rus olduğunu düşündüğüm önemli sayıda yabancı dinleyicisi de vardı. Kalabalık seyirciye mukabil icracı sanatçılar da bir hayli çoktu. Tam sayıyı bilmemekle birlikte, zannediyorum ki elli kadarı yaylı olmak üzere yüzün üzerinde enstrümandan oluşan bir orkestrayı dinledik. Yaklaşık yetmiş beş dakika kadar süren eserin ilk kısmında kimi zaman yüksek, sonunda ise daha zayıf çalan melodi aklımda en çok kalan yer oldu. Arasız uzun olan eserleri dinlemek benim için biraz güç oluyor. Özellikle kırkıncı dakikadan sonra düşük tempolu kısımlar varsa konsantrasyonumu kaybetmeye başlıyorum. Leningrad’da da benzer durumla karşılaştım. Sonuç olarak dinlemekten keyif aldığım güzel bir konseri daha geride bırakmış oldum.

Carmina Burana’nın Ardından

Başkent Kültür Yolu Festivali kapsamında sahnelenen konser hakkındaki fikirlerimi ve hissettiklerimi paylaşmak istiyorum. Eser geçtiğimiz yıl düzenlenen festivalde de açılış gününde seslendirilmiş idi ve o performansa maalesef ben katılamamıştım. Bu sene de aynı eserin sahneleneceğini gördüğümde hemen bilet aldım. Klasikleşmiş, popüler olmuş bu eseri canlı olarak dinlemek istiyordum. Özellikle koro veya solist vokal performansı olan klasik müzik eserleri bende daha yüksek bir dinleme isteği uyandırıyor. İnsan sesini herhangi bir araçtan geçmeden doğrudan dinlemek hoşuma gidiyor. Belki de bu sebeple operaları daha çok seviyorum. Aynı durum enstrümanlar için de geçerli aslında, herhangi bir elektronikle etkileşime girmeden enstrümanları çıplak sesleri ile dinlemek daha keyif verici.

Konserde tabii ki haber programlarından alışık olduğumuz o fortuna bölümü herkes gibi benim de en beğendiğim kısım oldu. Buna karşılık, dinleyicilerin büyük bölümünden ayrılıdığım bir nokta eserin yavaş kısımlarının da benim için ilgi çekici olması. Seyircilerin ekserisinin düşük tempolu bölümleri heyecan verici bulmadığını düşünmeme sebep olan temelde iki done var. İlki bölüm aralarında heyecana gelip alkışlayan kişiler çoklukla yüksek tempolu bölümlerden sonra kendilerini kontrol etmekte güçlük çekiyorlar. Buna mukabil, hüzünlü bölümlerin sonunda sanatçılara olan beğenisini göstermek adına kendini dizginleyemeyen bir tek kişi dahi olmuyor. İkinci gösterge ise seyircilerin bir kısmının alkışlarına hakim olmayı başardıkları bölümlerde öksürüklerine hakim olamaması.

Soprano Görkem Ezgi Yıldırım solistler arasında bana göre en etkileyici sese sahipti. Eserde tenora ayrılmış kısım kısaydı bu sebeple olumlu veya olumsuz bir hissiyatım olmadı. Lakin, bariton maalesef ,bana göre, konserin zayıf halkasıydı. Ayrıca birinci piyanodaki icracı da benim gibi bir amatörün dikkatini çekebilecek seviyede yüksek bir performans gösterdi.

Konser hakkında aklımda kalanları hem konserin üzerinden zaman geçtikten sonra hem de yazarken dahi araya günler girince böyle bölük pörçük not etmiş olayım. Son söz olarak Carmina Burana fırsat yakalayanların bir kez olsun dinlemelerini önereceğim klasikleşmiş bir eser. Bu konserde orjinaline uygun olarak yaylı ve nefesliler olmadan sadece piyano ve ritim ekibi ile icra edildi. Bir kez de diğer unsurların da bulunduğu bir versiyonunu dinlemek isterim.