Category Archives: Ardından

100. Yıl Cumhuriyet Bayramı Konserleri’nin Ardından

Bu yıl 29 Ekim herkeste daha yüksek bir heyecan uyandırdı. Cumhuriyet ilan edileli 100 yıl oldu. Kutlamalar, törenler önceki yıllardan daha coşkuluydu. Ben de bu kutlamalardan ikisine katılma fırsatı yakaladım, CSO’nun ve ADOB’un Cumhuriyet Bayramı Konserleri.

CSO’nun konserine 27 Ekim akşamı eşimle birlikte katıldım. Program tamamen marşlardan oluşmaktaydı. Konserde, sahnede bulunan iki koroya, seyirci koltuklarından eşlik eden amatör koroların da katılımı ile birlikte yaklaşık 900 kişilik büyük bir koro vardı. Konser programında söylenecek marşların sözlerinin de yazılması ile izleyicilerin de koroya dahil olması sağlandı. Yaklaşık bir buçuk saatlik program boyunca coşkulu marşlar söyleyerek bayramı kutladık. Bu konserde en çok Vatan Marşı’nı ve İzmir Marşı’nı beğendim. İzmir Marşı çok güzel bir düzenleme ile fakat hafif tempoda söylendi. En azından kapanışta yüksek tempo ile coşkulu bitirilebilirdi diye düşündüm. Nitekim, Opera Sahnesi’ndeki konser bu şekilde bitti.

29 Ekim akşamı sahnelenen konser ise bünyesinde bale ve opera sanatçılarını da barındırmasının avantajı ile dans ve teatral unsurları da içererek daha sarmalayıcı kurgulanmıştı. Seyirciler, temsilin gerçekleştirildiği mekanın dönemin mimarisinin önemli eserlerinden birisi olması yanında, fuaye tasarımı ile de daha salona girmeden başlayan bir deneyim yaşadı. Konserde ilk Cihan Harbi’nin neticesi ile başlayan, Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı ile devam edip Modern Cumhuriyet ile günümüze kadar uzanan Türkiye’nin hikayesi müzik ve şiirsel anlatımlarla iç içe şekilde aktarıldı. Program boyunca solistlerin Tosca ve Carmen operalarından söyledikleri parçalar müzikal olarak en keyif aldığım kısımlar olurken, Çanakkale Türküsü hüznü ve acıyı, İzmir Marşı ise coşkuyu ve kıvancı en yoğun yaşadığım eserler oldu. Çanakkale Türküsü’nün icrası esnasında her iki yanımda ve arkamda bulunan kişiler ağlarken benim de gözlerim doldu. İnanıyorum ki Türkçe bilmeyen bir kişi dahi o eseri dinleseydi yaşanan acıları bedeninde ve yüreğinde hissederdi.

İzledim diğer bir çok konserde olduğu gibi bu iki konserde de maalesef seyircimiz sahnelenen sanata yakışan düzeyi gösteremedi. Eserlerin icrası esnasında sohbet eden çok sayıda kişi vardı. Buna ek olarak, son konserde arka sıramda bayram coşkusunu evladına da yaşatmak isteyen bir anne vardı. Fakat yavrusu yaşı itibari ile bu düzeyde ve sürede bir temsili, anlamak bir yana dursun izleyebilecek seviyede dahi değildi. Zavallı yavrucak, programın üçte ikilik kısmından sonra her eser arasında “Umarım bu son şarkıdır.” diye mızmızlandı. İkili arasındaki konuşmaların zirve noktası ise; ilgili annenin, aryaların seslendirildiği anlarda üst yazının her değişimini fırsat bilerek “Şimdi ne yazıyor?” diye coşan çocuğuna ,ancak bir annenin gösterebileceği ilahi bir sabırla, çevirileri okumasıydı.

Özet olarak, bu özel bayramda böyle tarihi organizasyonları seyredebildiğim için kendimi müthiş şanslı hissediyorum. Muhakkak ki, sahnelenen programlar yakın coğrafyamız içinde türünün nadide örnekleridir. Fakat, içinde bulunduğumuz günün bendeki anlamı o kadar yüceydi ki organizasyonların sanatsal ve prodüksiyon ile ilgili yönlerine ancak bu kadar değinebildim. Sadece o ortamlarda bulunmak dahi hayatımın sonuna kadar mutlulukla yad edip, özenle anlatacağım bir hatıra kazandırdı.

CSO & Mariinsky Tiyatrosu Senfoni Orkestrası Ortak Konseri’nin Ardından

Hafta içi olmasına rağmen bu farklı konseri kaçırmak istemedim. Konseri dinlemek için beni motive eden birkaç başlık vardı. Bunlardan ilki, bu büyüklükte yabancı bir orkestra, tabir yerinde ise, ayağıma kadar gelmişti. Buna ek olarak, Rusya klasik müzikte ekol ülkelerden birisi ve misafir orkestra da bu ülkenin en prestijli organizasyonlarından birisi. Çalınacak eser ile icracı topluluğun ilişkisi de beni heyecanlandıran bir başka nokta oldu. Konserde Şostakoviç’in Leningrad senfonisi çalındı. Bir şehrin işgalden kurtuluş mücadelesini anlatan bu eseri o şehrin orkestrasından dinlemek konsere ayrı bir hikaye katıyordu. Son olarak ise konseri şef Valery Gergiev’in yönetecek olması da benim için konseri ilginç hale getiren konulardan birisiydi. Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında Münih Filarmoni Orkestrası’ndan kovulması ve önemli festival ve salonlardaki performanslarının düzenleyiciler tarafından iptal edilmesi ile gündeme gelen meşhur şefin yönetimine şahitlik etmek istedim.

Biletleri günler öncesinden tükenen konserin, bir çoğunun Rus olduğunu düşündüğüm önemli sayıda yabancı dinleyicisi de vardı. Kalabalık seyirciye mukabil icracı sanatçılar da bir hayli çoktu. Tam sayıyı bilmemekle birlikte, zannediyorum ki elli kadarı yaylı olmak üzere yüzün üzerinde enstrümandan oluşan bir orkestrayı dinledik. Yaklaşık yetmiş beş dakika kadar süren eserin ilk kısmında kimi zaman yüksek, sonunda ise daha zayıf çalan melodi aklımda en çok kalan yer oldu. Arasız uzun olan eserleri dinlemek benim için biraz güç oluyor. Özellikle kırkıncı dakikadan sonra düşük tempolu kısımlar varsa konsantrasyonumu kaybetmeye başlıyorum. Leningrad’da da benzer durumla karşılaştım. Sonuç olarak dinlemekten keyif aldığım güzel bir konseri daha geride bırakmış oldum.

Carmina Burana’nın Ardından

Başkent Kültür Yolu Festivali kapsamında sahnelenen konser hakkındaki fikirlerimi ve hissettiklerimi paylaşmak istiyorum. Eser geçtiğimiz yıl düzenlenen festivalde de açılış gününde seslendirilmiş idi ve o performansa maalesef ben katılamamıştım. Bu sene de aynı eserin sahneleneceğini gördüğümde hemen bilet aldım. Klasikleşmiş, popüler olmuş bu eseri canlı olarak dinlemek istiyordum. Özellikle koro veya solist vokal performansı olan klasik müzik eserleri bende daha yüksek bir dinleme isteği uyandırıyor. İnsan sesini herhangi bir araçtan geçmeden doğrudan dinlemek hoşuma gidiyor. Belki de bu sebeple operaları daha çok seviyorum. Aynı durum enstrümanlar için de geçerli aslında, herhangi bir elektronikle etkileşime girmeden enstrümanları çıplak sesleri ile dinlemek daha keyif verici.

Konserde tabii ki haber programlarından alışık olduğumuz o fortuna bölümü herkes gibi benim de en beğendiğim kısım oldu. Buna karşılık, dinleyicilerin büyük bölümünden ayrılıdığım bir nokta eserin yavaş kısımlarının da benim için ilgi çekici olması. Seyircilerin ekserisinin düşük tempolu bölümleri heyecan verici bulmadığını düşünmeme sebep olan temelde iki done var. İlki bölüm aralarında heyecana gelip alkışlayan kişiler çoklukla yüksek tempolu bölümlerden sonra kendilerini kontrol etmekte güçlük çekiyorlar. Buna mukabil, hüzünlü bölümlerin sonunda sanatçılara olan beğenisini göstermek adına kendini dizginleyemeyen bir tek kişi dahi olmuyor. İkinci gösterge ise seyircilerin bir kısmının alkışlarına hakim olmayı başardıkları bölümlerde öksürüklerine hakim olamaması.

Soprano Görkem Ezgi Yıldırım solistler arasında bana göre en etkileyici sese sahipti. Eserde tenora ayrılmış kısım kısaydı bu sebeple olumlu veya olumsuz bir hissiyatım olmadı. Lakin, bariton maalesef ,bana göre, konserin zayıf halkasıydı. Ayrıca birinci piyanodaki icracı da benim gibi bir amatörün dikkatini çekebilecek seviyede yüksek bir performans gösterdi.

Konser hakkında aklımda kalanları hem konserin üzerinden zaman geçtikten sonra hem de yazarken dahi araya günler girince böyle bölük pörçük not etmiş olayım. Son söz olarak Carmina Burana fırsat yakalayanların bir kez olsun dinlemelerini önereceğim klasikleşmiş bir eser. Bu konserde orjinaline uygun olarak yaylı ve nefesliler olmadan sadece piyano ve ritim ekibi ile icra edildi. Bir kez de diğer unsurların da bulunduğu bir versiyonunu dinlemek isterim.