Tag Archives: Seyahat

Hatay Gezi Notları Birinci Bölüm

Bu sene yıllık iznimin iki gününde medeniyetler şehri Hatay’ı gezdim. Yalnız başıma yaptığım bu geziye 22 Ağustos’da Anadolu Jet’in Ankara Hatay seferi ile başladım. Ankara’dan Hatay’a günde sadece bir sefer var ve o da 15:55’de. Benim şansıma bir de yarım saat kadar gecikme yaşanınca Hatay Havaalanı’na 17.40 gibi ulaşmış oldum. Havalimanından Antakya’ya ve İskenderun’a Havaş’ın araçları var, Antakya ücreti 15 lira. Havaş ile yaklaşık 40 dakikada kalacağım Antakya Öğretmenevi’ne ulaştım. Öğretmenevi’nde iki kişilik oda da tek başına kalma ücreti oda-kahvaltı olarak öğretmen veya memur olmayan bir kişi için 75 TL. Öğretmenevi konum olarak tarihi Antakya’ya yakın, Antakya’daki diğer otel fiyatlarına ve konumlarına baktığımda benim için en makul yer burasıydı. Birçok kişi de böyle düşünüyor olmalı ki gittiğimde lobi bir hayli kalablıktı, bu sebeple burada kalmayı düşünüyorsanız önceden telefon edip yer ayırtmanızda fayda var.

Otele giriş yapıp çantamı odaya bıraktıktan sonra doğruca tarihi şehre gittim. Asi’yi kolayca atlamanızı sağlayan köprüyü geçince karşınızda şehrin ulucamisi bulunuyor. Yaklaşan akşam namazını Ulucami’de mi yoksa Anadolu’nun ilk camisi olan Habib’i Neccar Camisi’nde mi eda etsem diye düşünürken genç olanda abdest alarak büyüğün elini öpmeye gitsem her ikisinin de gönlünü hoş ederim diye düşündüm. Sıcak havada soğuk suyla ferahladıktan sonra kalabalık sokaklardan geçerek Habib’i Neccar Cami’sine kavuştum. Avluda Mevla’yla buluşma vaktini bekleyenleri selamlayıp tarihi mabedin kapısından geçerek ilk saftaki yerimi aldım. Segah makamındaki çağrıyla birlikte içerisi dolmaya başladı ve namaza geçildi.

Bu kutlu mekandan çıkıp doğruca meşhur Hatay mutfağını tecrübe etmek için caminin hemen yakınındaki Uzunçarşı’ya daldım. Hatay’a gelmeden önce yemek yemeyi planladığım mekanlardan birisi olan Pöç Kasabı’nı buldum ve girip bir masaya oturdum. Siparişi vermiş ve hatta soğuk ayrandan yudumlayarak içimi serinletmeye başlamıştım ki garson gelip siparişimi hazırladıklarını ama maalesef pişirmek için yolladıkları fırının kendilerine haber vermeden kapatmış olduğunu söyledi, bu durumdan mahcup olduğunu ekleyerek. Nane ve ayranla biraz serinledikten sonra kalkıp hesabı ödemek için kasaya gittiğimde ikramları olduğunu söyleyip az önceki durumdan dolayı tekrar özürlerini belirttiler. Ben de açlığım biraz daha uzamış olsada yarın tekrar gelmek şartıyla listemdeki bir başka mekan olan Avlu Restoran’ı aramaya başladım.

Avlu Restoran’a giderken iyice kararmış havaya rağmen girdiğim dar sokakların ıssız olmadığını görünce şaşırdım. Çünkü ilk kez gittiğim bir şehirde içinde bulunduğum zaman ve mekan sebebiyle en azından ürpermem gerkiyordu. Oysa renkli dükkanlar ve şen insanlar benim gerilmeme fırsat vermediler. Eski Antakya’nın bu sıkışık sokaklarında biraz hislerimle çokca da “google maps”le yönümü tayin ettim ve çeşitli kafe ve butik otellerin arasında aradığım yeri buldum. Avludaki tüm masaların dolu olması beni dik merdivenleri tırmandırarak balkondaki küçük masalara yönlendirdi. Oturduğum kartal yuvasından lezzetli yemekleri tadarken mekandaki insanları gözlemleme fırsatı da buldum. Yemeği, yediğim en güzel künefe ile taçlandırdım ve öğretmenevinin güzel bahçesinde geceyi bol çay ile demlemek üzere yola koyuldum.

Hürriyet Caddesi’nden köprüye doğru salınmaya başlayınca kulağıma güzel müzikler gelmeye başladı. Müziğin nerden geldiğini anlamaya çalışırken caddenin kıvrımını dönünce müzisyenlerin çevresinde halelenmiş insanları gördüm. Ben de aralarına karışıp sıcak yaz akşamında açık havada ince müziğin tadını çıkardım.   Bir saat kadar burda eğlendikten sonra çay ihtiyacımı daha fazla öteleyemerek öğretmenevine doğru küçük tırmanışıma başladım. Yolun sonunda yeşil ağaçların altında hafif esen rüzgarla birlikte demli çayıma kavuştum ve bahçedeki diğerleri gibi ocağın dinlenme vaktine kadar yeni günün ilk saatini çevredekilerle sohbet ederek tamamladım.

Bursa Gezi Notaları İkinci Bölüm

İlk bölümde Söğüt, Bilecik ve İznik’te gördüklerimi anlattığım yazının bu bölümüne Bursa ile devam ediyorum.

İznik Bursa arasındaki yol yeşilliklerle doluydu. Her yerde yeni canlanan tarlalar, bahçeler ve ağaçlar. Yeşil Bursa sözünün ne kadar yerinde bir deyim olduğunu tekrar görme fırsatı yakaladım. Fakat şehir merkezi için aynı şeyi söylemek maalesef mümkün değil. Bursa’ya vardığımızda yoğun trafiğin ortasına dalıp, öncelikle Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin türbelerini ziyaret etmek için Tophane civarlarında bir otopark aradık. Dar sokaklar arasında, itibarsız ve pahalı bir yer bulup aracı bıraktık. Tophane’ye doğru tırmanırken dar kaldırımlar ve gürültülü araçların arasında kendimi İstanbul’da gibi hissettim. Günümüz keşmekeşinin bu kadar yoğun yaşandığı bu bölgede tarihin lezzetini almak mümkün olmadı. Tophane’den şehir manzarasına baktığımda ise maalesef bir beton denizi ile karşı karşıya kaldım ve bu noktadan bakan hemen herkesin şikayetçi olduğu o meşhur binalar… Tophane’den Ulucami’ye inerken çarşıların içerisinden geçtik. Yüzyıllar önce ticaretin merkezi olması için inşa edilen yapılar hale aktif olarak hizmet vermeye devam ediyor. Fakat Ulucami’nin ana kapısının hemen önündeki çarşının genişleyerek cami avlusuna dayanmış olması muhteşem eserin bu yüzündeki güzelliklerin yeterince görülmesine mani oluyor. Muhtemelen aynı sebeple de önü ferah olan doğu kapısı cami giriş çıkışlarında daha yoğun olarak kullanılıyor.  Ulucami’nin içerisinde üstatların hat levhalarını ve kündekari tekniği ile yapılmış bir şaheser olan minberi tekrar görme fırsatı yakaladım. Söğüt’te 1276’da inşa edilen Kuyulu Mescid’i ziyarettern sonra yaklaşık 125 yıl arayla Bursa’ya kazandırılan Ulucami’yi görmek, Kayı’nın beylikten cihan devletine geçişini zihnimde daha kolay canlandırmamı sağladı. Sanırım tarihi mekanları ve eserleri ziyaret etmenin en önemli kazançlarından birisi de duyarak öğrendiğimiz tarihi daha iyi içselleştirmemizi yardımcı olmasıdır. Tarihi mabedi ziyaretin ardından akşam yemeği için vakit gelmişti. Bursa deyince akla gelen ilk yiyecek olan iskenderi yerinde deneyelim dedik. Heykel civarındaki dükkanda karnımızı doyurduk. Lezzet olarak kötü değildi fakat daha önce yediklerime göre fiyatına oranla da değer bir fark hissedemedim. Özellikle lokantanın yoğun olmamasına karşın yemek sonrası çay ikramı yapılmaması ve garsonların ilgisiz yaklaşımı da beğenimi azalttı. Fakat bu yorumlarımı arkadaşlarımla paylaştığımda Botanik Park’taki restoranın lezzet,  ortam ve hizmet açısından daha iyi olduğunu ve bir de orayı denemem gerektiğini öğrendim.

Yemek sonrasın Ulucami’ye doğru ilerlerken duyduğum kutlu davete icabet etmekten kendimi alamadım. Yıllanmış şadırvanda temizlendikten sonra uzun saflar arasında yerimi aldım. Çıktığımda hava kararmıştı, caminin karşısındaki dar sokaklara dalarak aracımızı bıraktığımız izbeden çıkardık. Yine bu dar sokaklardan tırmanarak Karabaş-ı Veli Dergahı’na vardık. İlk anda bahçesinde bir sokak düğünü olduğu hissine kapıldığımız bu Mevlevi dergahında her akşam düzenlenen semah törenine katılmak istiyorduk. Bahçeye adım attıktan sonra herkes gibi biz de birer tabure bulup oturduk ve ikram edilen çay eşliğinde sessizce sohbet ettik. Etraftaki hafif hareketlenme ile bahçeden kalktık ve semahın icra edileceği mekana girip ferah bir köşeye iliştik. Oturduğumuzda enstrümantal nağmeler yeni başlamıştı. Bir yandan insanı dinginleştiren bu sufi müziğin tadını çıkartırken bir taraftan da ortamdaki insanları seyrettim. Bir süre sonra ayini yönetecek kişi, dönen dervişler ve koro geldi. Onların içeri girmesi ile daha hareketli bir müzik çalınmaya ve güfte de ona eşlik etmeye başladı. Yaklaşık kırk beş dakika kadar süren etkileyici gösteri yatsı ezanıyla tamamlandı. Bursa’yı ziyaret edecek müzik ve dans severlerin, tarihe ve tasavvufa ilgi duyanların ya da sadece açık havada oturup çay eşliğinde sohbet etmek isteyenlerin mutlaka görmeleri gereken bir yer olduğunu düşünüyorum. Birçok kişi de benimle aynı fikirde olacak ki Trip Advisor’da Bursa’da yapılacaklar arasında Karabaş-ı Veli Kültür Merkezi’ni ziyaret etmeyi de görebilirsiniz.

Geceyi geçirmek için Ahmet’in ailesinin yazları yaşadığı Karacabey’in Boğaz adı verilen bölgesine gittik. Yol gidiş-geliş, dar ve aydınlatmasız. Yolu da çok iyi bilmememiz sebebiyle oldukça yavaş gittik. Boğaz Marmara Denizi kıyısında ardını ıhlamur ormanlarına yaslamış küçük bir yerleşim. Vardığımızda tüm gün gezmiş olmanın yorgunluğu vardı üzerimizde, denize karşı çay eşliğinde biraz sohbet ettikten sonra iki günlük gezimizin ilk yarısını tamamlamış olduk.

Sabah uyandığımızda lezzetli kurabiye ve böreklerle deniz manzarası eşliğinde güzel bir kahvaltı yaptık. Ardından arabayla, inşaat halindeki sahili turladık. Boğaz’ın denizinin denizanası ve yosun sebebiyle genellikle pek tat vermediğini öğrendim. Boğaz’dan ayrılmadan önce orman içerisindeki piknik alanında yarım saatlik bir yürüyüş yaptık ve tekrar eve uğrayarak Ahmet’in annesinin bizim için hazırladığı yollukları da alarak vedalaştık. Bursa’ya doğru giderken Karacabey’e uğrayıp Ahmet’in abisini de ziyaret ettikten sonra Uludağ’a çıkmak için doğruca teleferik istasyonuna gittik. Bursa merkezinde hava çok sıcak olmasına rağmen yukarının serin olabileceğini düşündüğümüz için yanımızda getirdiğimiz kalın kıyafetleri de aldık. Teleferik ücreti öğrenciler için gidiş geliş 27 lira (Mayıs 2017), bileti alırken öğrenci kimliğinizi görmek istiyorlar. Teleferiğe binmek için 5 dakika gibi bir süre sıra bekledik, bu esnada teleferiği kullananların çoğunluğunun Arap turistler olduğunu gözlemledim. Kabinde bizim haricimizde bir rehber ve bir alan uzmanı vardı. İlk durak olan Sarıalan’a kadar, aslında arada Kadıyayla durağı var ama inşaat çalışması sebebiyle kapalıydı, yaklaşık 15 dakika sohbet etme şansı yakaladık. Uludağ çerçevesinde turizm ve dağcılık hakkında işin erbabından çeşitli bilgiler aldık. Sarıalan’da biraz yürüyüş yaptık ve yanımızda getirdiklerimizle öğle yemeğini yemiş olduk. Yemeğin ardından oteller bölgesine gitmek için tekrar teleferiğe bindik. Bu sefer de yanımızda oteller bölgesinde dükkanı bulunan bir esnaf vardı. Onunla da Bursa’nın ve Uludağ’ın ticari hayatı ile ilgili konuştuk. Oteller bölgesinde teleferik istasyonunun çevresinde oturup biraz sohbet edip fotoğraf çektik. Kayak pistlerinin olduğu bölgeye gitmek için uzunca bir yol yürümek veya bir araca binmek gerektiği için o tarafa gitmedik. Bence yürüyüş veya piknik gibi bir amaçla Uludağ’a çıkıyorsanız Sarıalan, Oteller Bölgesi’ne göre daha iyi bir tercih olabilir.

Uludağ’dan indikten sonra Kınalı Kar dizisiyle meşhur olan Cumalıkızık Köyü’ne gittik. Mahşeri kalabalık köyün yolunda başlıyordu. Zar zor aracımızı bıraktıktan sonra köyün içinde yürürken de kalabalıktan rahatsız olduk. Köyün içinde biraz gezdikten sonra izdiham seviyesindeki yoğunluğa daha fazla maruz kalmamak için dönüş yolunu tuttuk. Cumalıkızık UNESCO tarafından koruma altına alınmış, benzer şekilde Safranbolu yakınlarında Yörük Köyü de koruma altında. Daha önce Yörük’de bulunmuştum ve oradan daha çok keyif aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Tavsiyem yoğun olabilecek gün ve saatlerde bu köyleri ziyaret etmemeniz, çünkü bu mekanları özel yapan dokuyu kalabalıklar içinde hissedebilmeniz mümkün değil. Tenha zamanlarda kahvaltı veya çay eşliğinde hoş vakit geçirebilirsiniz.

Dönüşte akşam yemeğini İnegöl’de yedik ve Bursa’nın benim için en güzel lezzeti olan kestane şekerlerinden aldık. Ankara’ya dönerken anneler günü olması sebebiyle Eskişehir’e de uğradık ve hem annemi ziyaret etmiş oldum hem de bir kahveyle yolun son kısmı için enerji topladık. Ankara’ya geldiğimizde arkamızda tarih ve doğayla dolu güzel bir hafta sonu bırakmıştık.

Bursa Gezi Notları Birinci Bölüm

Mayıs ayında arkadaşım Ahmet Turnalı ile iki günlük kısa ama yoğun bir Bursa gezisi gerçekleştirdik. Gezinin ilk gününü tarih ikinci gününü ise doğa turizmine ayırdık diyebiliriz. Bursa öncesinde Söğüt, Bilecik ve İznik’i de gezerek Bursa’ya ulaştık. Yazının bu ilk bölümünde Bursa öncesini aktarmaya çalıştım.

Cumartesi sabah 06.30’da Ankara’dan yola çıktık. Öncelikle planımız Eskişehir’e uğrayıp mükellef bir kahvaltı yapmaktı fakat uzun zaman alacağını düşündüğümüz için Polatlı’da yol üzerinde kahvaltı faslını geçiştirerek ilk hedefimiz olan Söğüt’e ulaştık. Devlet-i Aliyye’nin kurulduğu bu güzel ilçede öncelikle biraz yürüyerek gezdik. Bu sırada Kaymakam Çeşmesi ve Çelebi Sultan Mehmet Camii’ne rast geldik. Cami tadilatta olduğu için maalesef gezme fırsatı yakalayamadık. Buradan sonra Hamidiye Külliyesine geçtik. Külliye cami, idadi ve dar-ül eytemden oluşuyor. Cami ve idadi Sultan 2. Abdülhamid Han tarafından yaptırılmış, yetimler evi ise Sultan Reşat döneminde ilçede çeşmesi de bulunan Kaymakam Sait Bey tarafından. Külliyenin avlusuna girdiğimizde bizi güvenlik görevlisi karşıladı. Kendisine Ankara’dan geldiğimizi ve külliyeyi gezmek istediğimizi söyleyince bize mihmandarlık etti. Şuan Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi tarafından kullanılmakta olan, yetimler evi binasını gezdik. İçeride Söğüt ve külliyenin tarihi fotoğraflarına bakarken buraların geçmişinden söz ettik. Sonrasında günümüzde halk kütüphanesi olarak kullanılan idadi binasına da girdik. Biraz fotoğraf çekip biz külliyeden ayrılırken çeşitli şehirlerden ziyaretçiler bahçeyi doldurmaya başlamıştı. Hamidiye Külliyesi sonrasında ecdadın Söğüt’teki ilk eseri olan kuyulu mescide gittik. Bu tarihi camide alışılmışın dışında bir imam olan Şahin Mülayim Hoca ile sohbet etme şansı yakaladık. Kendisi bize Kuyulu Mescid’i ve Osmanlı’nın ilk dönemlerini belgeleri ile anlattı. Söğüt’te son durağımız Ertuğrul Gazi’nin türbesiydi. Yeşillikler içerisindeki türbenin etrafında birçok alp mezarı bulunuyor. Yeni başlayan bir uygulama ile türbenin girişinde tarihi kıyafetler ile askerler saygı nöbeti tutuyorlar, türbeyi ziyarete gelenler de bu askerlerle fotoğraf çektirmeyi ihmal etmiyor. Söğüt’ü gezerken sürekli Diriliş Ertuğrul dizisinden bir şeyler göreceksiniz. Hemen her yerde dizi ile meşhur olan Kayı bayrağı var. Hediyelik eşya satılan yerlerde dizi karakterlerinin fotoğrafları bulunan magnetler mevcut ve birçok yerde dizinin müziği çalıyor. Söğüt’ün tarihi nasıl ki diziyi besliyorsa, dizi de turizme katkısıyla günümüz Söğüt’ünü besliyor.

Söğüt’ten sonra Şeyh Edebali Türbesi’ni ziyaret etmek için Bilecik’e doğru yola çıktık. Bilecik’e gelmeden önce Osmanlı’nın kuruluşunu belgeleyen hutbeyi okuyan Dursun Fakıh’ın türbesine de uğradık. Ovaya hakim bir tepe üzerinde kurulu olan türbenin konumu ve manzarası eşsiz. Bu sakin mekandan sonra Bilecik’e geçtik. Şehrin girişinde eski yerleşimin olduğu bölgede önce Orhangazi Cami’sini, ardından da türbeyi ziyaret ettik. Türbenin karşısındaki vadi içerisinde yürüyüş yolu yapılması için çalışmaların devam ettiğini gördüm. Düzenlemenin ardından Bilecik doğa yürüyüşü için güzel bir rota kazanmış olacak. Türbenin baktığı diğer yamaçta ise ağaçların arasında ordunun sefer zamanı namazlarını kıldığı iki tane namazgah bulunuyor. Namazgahlar sade görünümleri ve seferi hatırlatmaları ile beni en çok etkileyen yapılardandır. Bilecik’ten ayrılmadan son olarak Orhangazi Cami’sinin yanında bulunan Osmanlı Padişahları Sergisi’ni de ziyaret ettik. Zarif bir bahçe düzenlemesinin etrafında tüm sultanları kısaca tanıtan yazılar ve görseller bulunuyor. Biraz fotoğraf çektikten sonra İznik’e doğru yola çıktık. Yenişehir üzerinden yemyeşil doğanın içinden giderek İznik’e ulaştık.

İznik’te öncelikle gecikmiş öğle yemeğimizi Bursa’nın meşhurlarından Köfteci Yusuf’ta yedik. Ardından bu gezi de beni en çok üzen tarihi yapılardan birisi olan Mahmut Çelebi Cami’sini ziyaret ettik. Caminin içerisi hat sanatının güzel örnekleri ile bezeli, fakat bu güzellikleri barındıran caminin etrafından geçen yol tarafından boğulmuş olması acı. Neyse ki İznik Ayasofya Cami ve Müzesi’nin etrafı şirin bir parkla çevrili. Şehir surlarının ortasında bulunan bu yapı Hristiyan âlemi açısından da önemli bir merkez. Orhan Gazi’nin fethinden sonra camiye çevrilen yapı Yunan işgalinde büyük hasar görmüş ve 2011 yılında restore edilerek ibadete ve ziyarete açılmış. Yapının ortasından namaz kılabileceğimiz geniş cami alanı bulunurken bu bölgenin etrafından dolaşarak kilise döneminden kalma ayrıntıları da bir müze gibi gözlemleyebilirsiniz. Ayasofya’nın ardından Osmanlı’nın bilinen ilk medresesi olan Süleyman Paşa Medresesi’ni ziyaret ettik. Ecdadın ilim mirasını yine maalesef boğazına kadar asfalta gömüşmüş bulduk. Oturup çay kahve eşliğinde sohbet etmek istediğimiz bu yerde fiyatlar maalesef fahiş. Biz de çini çarşısı olarak kullanılan bu mekanda atölyelere bir göz atıp çıktık. Göl kıyısına yakın bir yere bıraktığımız aracımızı alıp önce gölü ardından da İstanbul kapıyı gördük. Buraların ardından Lefke Kapı yakınlarına aracımızı tekrar bırakarak kapıyı ve Yeşil Cami’yi gezdik. Bursa’ya doğru yola çıktığımızda İznik’in sahip olduğu tarihi maalesef etkili bir şekilde sergileyemediğini düşündüm. Umarım yapılacak çalışmalar hem tarihe hem de İznik turizmine katkı sağlar.

Yazının ilk kısmını Bursa’ya geçmeden burada bitiriyorum. İkinci bölüme Bursa ile devam edeceğim.

Kars Seyahati Notları

20161217_144708

16-18 Aralık 2016 tarihleri arasında hafta sonu için kısa bir Kars seyahati gerçekleştirdim. Ankara’dan Kars’a gidişi Doğu Ekspresi ile dönüşü ise uçakla yaptım. Doğu Ekspresi Ankara Kars arasında her gün karşılıklı birer sefer gerçekleştiriyor. Ankara’dan kalkış saati 18.00 fakat benim seyahat ettiğim dönemde Ankara’da tren hatlarında çalışma olduğu için tren Kırıkkale’nin Irmak durağından kalktı.

Ankara Irmak arasındaki ulaşım için Ankara Garı’ndan ücretsiz otobüs kaldırılıyor. Otobüsün kalkma saatinde Ankara Garı’nda yol arkadaşım Ahmet Turnalı ile buluştuk. Araçların gelmesini garın önünde beklerken yanımıza gelen bir adamla ayaküstü biraz sohbet ettik. Ahmet’in doktora yaptığını duyunca bilime meraklı olan ve kendisinin de özellikle enerji konusunda uğraştığını ifade eden bu adam ilginç çalışmalarından bahsetti. Bir arkadaşının doğalgazla aylık 500 TL’ye ısınan bir yeri elektrikli petekler ile 100 TL’ye ısıtan bir sistem geliştirdiğinden ve lazer kullanarak binaları ne işe yarayacağını tam anlayamadığım bir şekilde ışıklandırmaktan falan bahsetti. Otobüsün gelmesi ile bizi esir alan bu sohbetten kurtulma fırsatı yakaladık ve kendimizi araca attık. Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonrasında Irmak Garı’na vardık. Trene binip yataklı vagondaki kompartımanımıza geçtik.

Photo 12-17-16, 11 44 24 AM

Yataklı bölüm şirin ve kullanışlı diyebileceğimiz bir tasarıma sahip. Mini buzdolabı, sıcak suyu bulunan küçük bir lavabo ve iki adet 220V elektrik prizi gibi ihtiyaç duyabileceğiniz şeyler mevcut. Aydınlatma ve iklimlendirme konularında da ihtiyacı karşılıyor. Sonuç olarak biz kompartımanda rahat ettik diyebilirim.

20161217_164603

Tren hareket ettikten sonra hem biraz treni gezmek hem de yemekleri tatmak için yemekli vagona gittik. Yemeklerde beklentiniz yüksek olmasın ama açlığınızı gidermek için kötü bir seçenek değil. Fakat fiyat olarak bir parça yüksek geldi bana. Diğer eleştirilerim de demleme çay bulunmaması ve çay fiyatının 2 lira olması. Akşam yemeği sonrasında yemeğin ağırlığı ile trenin tatlı sallantısı birleşince insanın uykusu geliyor. Biz de uzun sürecek bu yolculukta kendimizi çok yormamak ve sabah erken kalkıp manzaranın keyfini çıkarmak için vakitlice yatalım dedik.

20161217_091618

Sabah gün doğmadan kalktık ve yanımızda getirdiğimiz peynir, ekmek ve meyve suyuyla kahvaltımızı yaptık. Kahvaltının ardından çay, sohbet ve manzara için yemekli vagonun yolunu tuttuk. Hemen tüm günü bir şeyler yiyip içerek ve etrafı seyrederek burada geçirdik. Yol boyunca çok güzel kış manzaraları mevcut. Fakat günler kısa olduğu için Sarıkamış civarlarında güneş battı ve sonrasında dışarıyı görme imkânı yakalayamadık. Akşam saat yedi civarında Kars’a vardık. Soğuğu ile meşhur bir yere geldiğim için tedbirliydim, böylece soğuktan olumsuz etkilenmedim.

20161217_093010

Geceyi polis evinde geçirmeyi planlıyorduk, önceki hafta arayıp rezervasyon yaptırmak istediğimde rezervasyon yapmadıklarını ve her zaman boş yerleri olduğunu söylediler. Fakat oraya vardığımızda oda kalmadığını pek de nazik ve yardımcı olmayan bir tavırla ifade ettiler. Bu arada 6-7 kişilik bir grup daha polis evinde bizimle aynı durumu yaşadı. Bunun üzerine şansımızı bir de öğretmenevinde deneyelim istedik. Öğretmenevinde yer bulduk ve çantalarımızı odaya attık. Artık sıra karnımızı doyurmaya gelmişti.

20161217_095047

Kars’a gelip kaz yemeden olmaz diye düşündük. İnternetten yaptığımız araştırmada Hanımeli adında bir lokantanın popüler olduğunu görmüştük, bir de biz deneyelim dedik. Bence fiyatlar yediğimiz yemeğe göre biraz yüksek. Ankara’da dahi o fiyata hem daha doyurucu hem de daha lezzetli yerler bulmak çok kolay. Bizim yediğimiz yerden midir bilmem ama kaz eti de o kadar abartılacak müthiş bir lezzete sahip değil.

Yemek sonrasında biraz sokakları gezelim, eşsiz Baltık mimarisini görelim istedik.  Geç saate ve soğuğa rağmen sokakta birçok kişi vardı. Meşhur defterdarlık binasını ve bir kaç eseri daha gördükten sonra Ahmet çok üşüdüğü için öğretmenevine döndük.

20161217_095118

Sabah erkenden kalkıp kahvaltıyı öğretmenevinde yaptık. Sonrasında gitmeden önce Kars’ı bir de gündüz gözüyle görelim dedik. Saat 08.00 civarında hava sıcaklığı -28 derece dolaylarındaydı. Fotoğraf çekerken cep telefonum bu soğuğa daha fazla dayanamayarak ekran görüntüsünü kaybetti. Neyse ki daha sonra ısınınca normale döndü. Uçak saatinin yaklaşması ve havaalanına gidecek olan araçlarının yerini tam olarak bilmememiz sebebiyle kalkış noktasını aramaya başladık. En kolay yol olarak esnafa danışalım dedik ve cadde üzerinde gördüğümüz bir amcamıza sorduk. Araçları sorduğumuz Orhan Amca, oğluyla birlikte fotoğrafçı dükkânı işletiyormuş. Soğukta dolaşmamızı istemeyen Orhan Amca çay ikramı ile bizi dükkânına davet etti. Fotoğrafçıda hem çay içtik hem de uçak saatine kadar Orhan Amca ile sohbet etme fırsatı yakaladık. Bu arada da havaalanına ulaşımın bizim internetten okuduğumuz gibi minibüslerle değil, kişi başı 5 TL sabit fiyatla çalışan taksilerle sağlandığını öğrendik. Orhan Amca sağ olsun bir de taksici arkadaşını arayarak bizim kendi dükkânında olduğumuzu ve giderken bizi buradan almasını söyledi. Sohbetimiz sırasında Kars’ın soğuğundan, Sarıkamış’ın kayak pistinden ve akıllı telefonlar sebebiyle durgunlaşan ve hatta bitmeye yüz tutan fotoğrafçılık mesleğinden konuştuk. Havaalanına gidecek olan taksiye arkada 3 önde 2 kişi olacak şekilde bindik. Buz kaplı yollarda 8-10 dakikalık bir yolculuk sonrasında Harakani Havaalanı’na vardık. Uçağa bindikten sonra, taksi öncesi güvenlik hatırlatmaları yapılırken anons bir anda kesildi ve tekrar park pozisyonuna geçtik. Bir hafta öncesinde Çorlu Havaalanı’nda uçuşumun iptal olması sonrası Kars’ta da benzer bir durumla karşılaşmaktan çekiniyordum ve acaba uçuş iptal mi oldu diye düşünmeye başladım. Bu arada pilot durumu açıklayan bir anons yaptı, Türkiye genelinde radarlarda bir problem olduğunu ve bu sebeple hiçbir uçağın kalkışına izin verilmediğini söyledi. Yaklaşık 15 dakikalık beklemenin ardından uçak havalandı ve Ankara’ya döndük.

20161217_103405

İspanya Notları İkinci Bölüm

İspanya seyahatimde aldığım notların ilk kısmını daha önce yayınlamıştım. İkinci kısmı da hızla yayınlamak istiyordum fakat yoğunluk sebebiyle ancak şimdi fırsat bulabildim. İlk bölümde kaldığımız yerden devam.

20160927_174414

Toplantıların ikinci günü bittikten sonra öğle yemeğini Avila’da yiyip trenle Salamanca’ya geçtim. Gitmeden önce yaptığım kısa internet araştırmasında Salamanca’nın üniversitesi ve sarı taştan binalarıyla meşhur olduğunu okumuştum. Salamanca’da geçirdiğim kısa süre içerisinde sadece bunları görme imkânı yakalayabildim. Trenden indikten sonra “Plaza Mayor” ismi verilen meydana gittim. İspanya’nın birçok şehrinde bu isimle anılan meydanlar var. Türkçe çevirisi de büyük meydan anlamına gelen bu yerler dört tarafı dört beş katli bir yapıyla çevrili ve giriş-çıkışın bu yapının çeşitli yerlerinde bulunan kemerli kapılarla sağlandığı geniş alanlar. Meydanda kısa bir zaman geçirdikten sonra Salamanca’nın ünlü iki katedraline doğru yürüdüm. Eski ve yeni katedral olarak adlandırılan bu yapıların içlerini gezecek kadar vaktim olmadığı için dışarıdan görmekle yetindim. Eski katedral yakın dönemde bire restorasyon geçirmiş ve bu çalışma sürecinde dış kapısındaki süslemelerin içerisine bir astronot ve külahta dondurma yiyen bir aslan motifi işlenmiş. Bana çok abes gelen bu uygulamanın, ileriki çağlarda yapıyı inceleme ihtimali bulunan insanlar düşünülerek, restorasyonun hangi dönemde yapıldığının anlaşılabilmesi için bir işaret olduğunu öğrendim. Katedrallerden sonra sepya şehir Salamanca’nın ara sokaklarında hedefsize bir süre dolaştım. Bu keyifli turun ardından dünyadaki en eski üniversitelerden biri olarak kabul edilen Salamanca Üniversitesini görmek istedim. Aslında üniversite binaları katedrallerin çevresine dağınık şekilde yerleşmiş ve şehirle iç içe bulunuyor. Üniversitenin ilk binası ise bizdeki medreselerin aynısı diyebilirim. Bir avlu çevresinde bulunan tek katli yapının tüm odaları ortasında küçük bir havuz bulunduran bu avluya açılıyor. Tarihi Salamanca Üniversitesinin bu ilk yerleşkesi Türkiye’yi gezmiş ve benzer yapılara aşina insanlar için bizden bir yer hissi uyandıracak kadar bize benziyor. Burayı görünce Batı Medeniyetinin yüksek eğitim kurumlarının ilk örneklerinden biri olan bu yapının İslam Medeniyetinin en parlak yansımalarından olan Endülüs’ten görülmüş ve alınmış olabileceğini düşündüm. Bu düşüncelerle bir süre daha sarı taştan binaların arasında dolaşıp tekrar Plaza Mayor’a vardım. Burada yarım saat kadar oturup kahve eşliğinde etrafı gözlemledim. Aksam saatleri yaklaşırken meydandaki kalabalık giderek arttı. Avila’ya dönüş için trene yetişmek zorunda olmasam daha uzun süre bu eğlenceli yerde takılabilirdim. İstiklal Caddesi’ne benzer bir caddeden yürüyerek tren garına vardım ve yaklaşık 1 saatlik tren yolculuğunun ardından Avila’ya ulaştım. Aksam yemeğini yedikten sonra otele dönerken birkaç sokak öteden kulağıma hoş bir müzik geldi. Eğlenceli bir şeyler olabileceğini düşünerek müziğin geldiği yönde merakla ilerledim ve surların hemen dışındaki parkta yaklaşık 30 kişilik bir orkestranın çalışma yaptığını gördüm. Geniş bir yaş aralığında dağılan müzisyenlerden oluşan grup, bir çember oluşturmuş ve çeşitli film müzikleri çalıyordu. Güzel bir şehri gezdikten sonra hoş bir müzik dinletisi ile günü sonlandırmış oldum.

20160927_165108

Son gün toplantılarını bitirdikten sonra Prado Müzesi’ni görmek için Madrid’e gittim. Chamartin garında indikten sonra metro ile “Puerta del Sol” meydanına gidip yemek yedikten sonra biraz gezerek müzeye ulaşmayı planlıyordum. Bunun için metro istasyonundaki haritaya bakarak hangi metroya binmem gerektiğini öğrenmeye çalıştım ve aktarmasız olarak gideceğim istasyona giden bir metro hattı buldum. Metroya bindikten sonra kapı üzerindeki durak isimlerinden ineceğim yere ne kadar kaldığını takip ederken yolun ortaları diyebileceğim bir durakta vagondaki tüm insanlar indi ve yeni kişiler binmeye başladı. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken kapılar kapandı ve tren ters yönde hareket etmeye başladı. Bir sonraki durakta indim ve tekrar “sol” durağına giden trenlerin peronuna geçtim. Bu tren de aynı durağa geldiğinde herkesin indiği görünce ben de indim. İndiğim durak aktarma istasyonu olduğu için “sol” durağından gecen başka bir hat buldum ve ona bindim. Bu arada istasyondaki yazılardan benim ilk bindiğim hattın devamının kapalı olduğunu anlatan işaretler gördüm. Muhtemelen metro içerisinde de yolun ileri tarafının kapalı olduğunu bildiren anons yapıldı fakat İspanyolca olduğu için ben anlamadım. Böylece biraz vakit kaybederek Puerta del Sol’a varmış oldum. Öncelikle dikkatimi kalabalık çekti. Avila ve Salamanca’da bu kadar yoğun kalabalık görmemiştim. Ayrıca iki hafta önce Barselona ve Madrid’i gezmek için İspanya’da bulunan bir arkadaşımdan da kalabalığından dolayı Barselona’yı pek beğenmediği ve Madrid’in oraya göre çok daha sakin olduğu yorumunu almıştım. Bu sebeple beklemediğim derecede bir kalabalığın içinde buldum kendimi. Kendimi toparlayıp bu şehirdeki Plaza Mayor’a doğru yürüdüm. Madrid’in meşhur pirinç pilavından yedikten sonra Plaza Mayor’dan bir tur atıp Prado Müzesi’ne doğru gittim. Müzenin önüne geldiğimde uzun bir kuyrukla karşılaştım. Madrid’e gelmeden önce internette okuduklarımdan aklımda kaldığı kadarıyla müzeye ücretsiz giriş saati gelmek üzereydi ve bu kuyruk onun içindi. Yine benzer kaynaklarda gördüğüme göre bu uzun kuyruk hızla eriyecekti. Ben de buna güvenerek sıraya girdim ve birkaç dakika içerisinde müzeye girişler başladı. Girişlerin başlamasından yaklaşık 5 dakika sonra tüm o kuyruk erimişti ve ben de içeri girmiştim. Prado Müzesi gerçekten büyük bir müze fakat benim orayı gezmek için sadece 1,5 saatim vardı. Çünkü dönüş trenine yetişmem gerekiyordu. Bu kısa süreyi en eğlenceli şekilde değerlendirmeye çalıştım. Gördüklerimden beni en etkileyen üç ressam Goya, El Greco ve Fabre oldu. Goya zaten İspanya’nın en meşhur ressamlarından birisi. Resimlerinde ışığı kullanımı benim en beğendiğim yönü oldu. El Greco’nun resimlerinde içerisinde bulunulan karanlık ve kötü durumu tersine çevirecek olan kurtarıcıyı bekleyişini gördüm. Fikri yapısına katılmasam da kendini anlatma tarzı bana çekici geldi. Son olarak ise Fabre’nin resimlerindeki kumaş çizimleri beni çok etkiledi. Resimlerindeki kıyafetleri öyle çizmişti ki sadece görmekle kalmıyorsunuz da dokunuyorsunuz hissi veriyordu. Müzeden çıkıp tekrar Pourta de Sol’a gittim, bir sure meydanda oturup son kez orta İspanya’yı hissetmeye çalıştıktan sonra metro ile Chamartin Tren Gar’ına oradan da Avila’ya ulaştım.

20160928_181213

Dönüş günü hava aydınlanmadan otelden çıkış yaptım. Madrid Garı’nda patates püreli sandviç ve kahve ile kahvaltımı yaptıktan sonra havaalanına gitmek için yola çıktım ve sabah saatlerindeki Madrid trafiğine takıldım. Yüzde altmışı trafikte bekleme ile gecen 1 saatlik yolculuk sonrası havaalanına vardım.  Uçakta bu sefer yanımda konuşmayı seven bir yabancı vardı. 60 yaşlarındaki İngiliz amca uzun suredir Madrid’de İngilizce öğretmenliği yapıyormuş. Bir grup arkadaşı ile birlikte Taşkent, Buhara ve Semerkant’ı gezmek için Özbekistan’a gidiyorlardı. Madrid Taşkent arası direkt uçuş olmadığı için THY ile İstanbul aktarmalı olarak seyahat ediyorlarmış. İspanya hakkında konuşurken, Madrid’de Londra’nın aksine insanların aksam saatlerinde dahi dışarıda olmasının çok hoşuna gittiğinden bahsetti. Daha sonra da bir süre İstanbul’u konuştuk. Daha önce İstanbul’a geldiğini ve buranın tarihinden ne kadar etkilendiğini anlattı. Uçuşun geri kalan kısmında gidiş uçağında bitirmeye yaklaştığım Galiz Kahraman kitabını bitirdim. İstanbul’a vardığımızda Ankara uçağına yaklaşık 2 saatlik bir süre vardı. Hızla THY kontuarına gidip bir önceki uçağa yerimi değiştirmek istediğimi söyledim. Sadece el bagajım olması sayesinde bu değişikliği yaparak 1 saat önceki uçağa biletimi kaydırdım. Böylece hesaplarımdan bir saat daha önce evde oldum fakat buna rağmen eve varışım akşam 9’u bulmuştu.

20160929_161950

Son olarak İspanya ile ilgili aklımda kalan birkaç kopuk notu paylaşarak yazıyı bitirmek istiyorum. Öncelikle lokantalarda garsonların İngilizce bilmemesi yemeklerin içeriğini anlamayı ve sipariş vermeyi güçleştiriyor. Yemek fiyatları daha önce bulunduğum Almanya, Kanada ve Amerika’ya kıyasla daha makul. Tabi Türkiye’ye göre hala çok pahalı. Salata anlayışları bize göre çok farklı, salata istediğinizde umduğunuz şeyin gelmeme olasılığı çok yüksek. Trenler pek dolu değil, son anda dahi yer bulma imkânınız var.

İspanya Notları Birinci Bölüm

resim1

25-29 Eylül tarihleri arasında iş toplantısı için İspanya’da bulundum. Bu seyahat çerçevesindeki gözlemlerimi, tecrübelerimi ve çektiğim birkaç fotoğrafımı paylaşacağım. Yazacaklarımın tamamını tek seferde okumak uzun zaman alacağından iki yazıya bölmenin daha iyi olacağını düşündüm. Katıldığım toplantı başkent Madrid’e yakın Avila adında bir şehirdeydi. Ankara’dan Avila’ya ulaşmak yaklaşık bir gün sürdüğü için aslında 2 günü yolda 3 günü ise İspanya’da geçirdim diyebilirim. İspanya’da bulunduğum sure içerisinde sabahları toplantılara katildim, öğleden sonraları ise 3 günde 3 şehir, Avila, Salamanca ve Madrid, görmeye çalıştım.

resim2

Ankara’dan Avila’ya ulaşmak maalesef çok kolay değil. Avila’da havaalanı bulunmuyor, en yakın havaalanı Madrid Barajas. İki başkent arasında direkt uçuş yok. Bu sebeple uçakla Ankara’dan İstanbul’a oradan Madrid’e gittik. Madrid Avila arası ulaşım için tren veya otobüs kullanabilirsiniz biz treni tercih ettik. Ankara’dan 09.55 uçağı ile İstanbul’a geçtik 13.35 uçağı ile de Madrid’e hareket ettik. İki uçuşta da herhangi bir gecikme yasamadan, THY’ye teşekkür ediyorum, yerel saatle 17.00’de Brajas’a vardık. Bu arada Türkiye ve İspanya arasında 1 saatlik zaman farkı var, yani uçuş yaklaşık 4,5 saat sürüyor. Yurtdışı yolculuklarda yanımda yabancı birisinin oturmasını ve onunla sohbet etmeyi seviyorum. Bu sefer de şansıma yabancı birisi denk geldi fakat belli ki çok yorgundu ve tüm yolu uyuyarak geçirdi. Böylece ben de bu seyahat için getirdiğim Ihsan Oktay Anar’ın Galiz Kahraman kitabında iyice ilerledim ve dönüş yolculuğunda da bitirdim. Madrid havaalanında uçaktan inerken körüğün hemen çıkışında ön pasaport kontrolü diye tanımlayabileceğim bir uygulama vardı. Burada Kuzey Afrikalı olduklarını tahmin ettiğim yolcuları bekletiyorlardı. Uygulamanın tam amacını bilmiyorum ama bana biraz ırkçı bir uygulama gibi geldi. Pasaport kontrolünün ardından Madrid Chamartin Tren Garı’na geçtik. Buradan Avila’dan gecen ilk trene bilet aldık, sansımıza yaklaşık 20 dakika sonra bir tren vardı. Dış yapısından koltuk dizilimine kadar Türkiye’deki hızlı trenlere benziyor, her ikisinin de ayni elden çıktığı belli oluyordu. Madrid Avila arası yaklaşık 1,5 saat surdu. Yolculuk sırasında arazide bol bol ceylan, geyik, koyun ve İspanya’nın simgesi olan boğa gördük. Avila’ya vardığımızda bizim gibi güneşin de enerjisi tükenmişti ve dinlenmeye çekiliyordu.

resim3

www.hotels.com üzerinden yaptığım rezervasyon sonucunda gecelik 40€ vererek seyahatim suresince Avila’da Hotel Las Moradas adında bir otelde konakladım. Yurtdışındaki otellerin kahvaltılarından genellikle memnun kalmadığım için ve çevredeki fırınları denemek amacıyla kahvaltı almadım. Sabah yine de kahvaltısı nasılmış diye baktığımda yaptığım seçimin doğru olduğunu anladım. Otel rezervasyonumu tek kişilik oda olarak yapmıştım, bu sebeple küçük bir oda bekliyordum ama gayet geniş bir twin oda verdiler. Otelin konumu toplantıların yapıldığı konferans merkezine 15 dakikalık yürüme mesafesinde bulunuyordu ve zaten küçük olan Avila’nin merkezinde sayılırdı. Sonuç olarak otel hakkında genel bir değerlendirme yapacak olursam memnun kaldım.

resim4

İlk sabah kahvaltıyı otelin hemen yanındaki fırında yaptım. Yurtdışında vejetaryen beslendiğim için peynirli domatesli bir sandviç yemeği umuyordum. Fakat fırındaki tüm sandviçler bir şekilde et içerdiği için çikolatalı kruvasan ve kahve ile kahvaltımı yapmış oldum. İki kruvasan ve bir kahve için 2,5€ ödedim. İlk gün 08.30 -15.30 arasında toplantım vardı. Toplantı çıkısında Avila’nin meşhur surlarını gezdim. Eski şehir olarak tanımlanan bölge tamamen tarihi surlarla çevrili durumda. Surlar tabiî ki çeşitli devirlerde restorasyon görmüş fakat hala üzerine çıktığınızda sizi eski cağlara götürebilecek kadar etkileyici. Sur şehri çepeçevre sarmasına rağmen, surun bir kısmı çeşitli binaların duvarı olarak kullanıldığı için, üzerinde dolanarak bir çember gibi başladığınız noktaya geri dönemiyorsunuz. Üzerinden gezilebilen yer iki kısma ayrılıyor. İlk kısım bir hayli uzun ben fotoğraf çekerek ve etrafı izleyerek yaklaşık 1 saate gidip geldim. Bu bolümde sonuna kadar gittikten sonra geri dönüşü mutlaka surun üzerinden yapmak zorunda değilsiniz,  aralarda bulunan bir kaç noktadan aşağı inerek şehrin içinde bir kahve içip dinlendikten sonra da ikinci bolüme çıkabilirsiniz. İkinci bölüm çok daha kısa ve aslında birinci kısmı gezdikten sonra çok yeni şeyler vaat etmiyor. Surdan sonra ön duvarı surla bitişik olan büyük katedrali gezdim. İçerideki simgeleri ve yapı hakkında diğer bilgileri anlatan kulaklığı da alarak yaklaşık 1,5 saat katedralde oyalandım. İlk kez gotik bir katedralde bulunmam sebebiyle bana ilgi çekici geldi, fakat benzer veya daha büyük bir katedral görenler için cazip bir mekân olmayabilir. Katedrali gördükten sonra aksam konferans misafirleri için verilen resepsiyona katıldım. Resepsiyon günümüzde müze olarak kullanılan, bizdeki avlulu evlere benzer mimariye sahip iki katli bir binada gerçekleşti. Resepsiyonun ardından surları gezerken gördüğüm hemen surlarında dibinde geniş bahçeli hoş bir restoranda akşam yemeğimi yedim. Maalesef ana yemek olarak vejetaryen yiyecekleri yoktu, bu sebeple salata ile idare etmek durumunda kaldım. Yemek sonrası sokaklarda biraz dolaşıp meydanda futbol oynayan ve zumba yapanları izledikten sonra otele döndüm. Yazıya burada ara veriyorum, ikinci kısımda Salaman ve Madrid’den bahsedip dönüş yolculuğu ile yazıyı tamamlayacağım.

resim6