Tag Archives: doğa

Hatay Gezi Notları Birinci Bölüm

Bu sene yıllık iznimin iki gününde medeniyetler şehri Hatay’ı gezdim. Yalnız başıma yaptığım bu geziye 22 Ağustos’da Anadolu Jet’in Ankara Hatay seferi ile başladım. Ankara’dan Hatay’a günde sadece bir sefer var ve o da 15:55’de. Benim şansıma bir de yarım saat kadar gecikme yaşanınca Hatay Havaalanı’na 17.40 gibi ulaşmış oldum. Havalimanından Antakya’ya ve İskenderun’a Havaş’ın araçları var, Antakya ücreti 15 lira. Havaş ile yaklaşık 40 dakikada kalacağım Antakya Öğretmenevi’ne ulaştım. Öğretmenevi’nde iki kişilik oda da tek başına kalma ücreti oda-kahvaltı olarak öğretmen veya memur olmayan bir kişi için 75 TL. Öğretmenevi konum olarak tarihi Antakya’ya yakın, Antakya’daki diğer otel fiyatlarına ve konumlarına baktığımda benim için en makul yer burasıydı. Birçok kişi de böyle düşünüyor olmalı ki gittiğimde lobi bir hayli kalablıktı, bu sebeple burada kalmayı düşünüyorsanız önceden telefon edip yer ayırtmanızda fayda var.

Otele giriş yapıp çantamı odaya bıraktıktan sonra doğruca tarihi şehre gittim. Asi’yi kolayca atlamanızı sağlayan köprüyü geçince karşınızda şehrin ulucamisi bulunuyor. Yaklaşan akşam namazını Ulucami’de mi yoksa Anadolu’nun ilk camisi olan Habib’i Neccar Camisi’nde mi eda etsem diye düşünürken genç olanda abdest alarak büyüğün elini öpmeye gitsem her ikisinin de gönlünü hoş ederim diye düşündüm. Sıcak havada soğuk suyla ferahladıktan sonra kalabalık sokaklardan geçerek Habib’i Neccar Cami’sine kavuştum. Avluda Mevla’yla buluşma vaktini bekleyenleri selamlayıp tarihi mabedin kapısından geçerek ilk saftaki yerimi aldım. Segah makamındaki çağrıyla birlikte içerisi dolmaya başladı ve namaza geçildi.

Bu kutlu mekandan çıkıp doğruca meşhur Hatay mutfağını tecrübe etmek için caminin hemen yakınındaki Uzunçarşı’ya daldım. Hatay’a gelmeden önce yemek yemeyi planladığım mekanlardan birisi olan Pöç Kasabı’nı buldum ve girip bir masaya oturdum. Siparişi vermiş ve hatta soğuk ayrandan yudumlayarak içimi serinletmeye başlamıştım ki garson gelip siparişimi hazırladıklarını ama maalesef pişirmek için yolladıkları fırının kendilerine haber vermeden kapatmış olduğunu söyledi, bu durumdan mahcup olduğunu ekleyerek. Nane ve ayranla biraz serinledikten sonra kalkıp hesabı ödemek için kasaya gittiğimde ikramları olduğunu söyleyip az önceki durumdan dolayı tekrar özürlerini belirttiler. Ben de açlığım biraz daha uzamış olsada yarın tekrar gelmek şartıyla listemdeki bir başka mekan olan Avlu Restoran’ı aramaya başladım.

Avlu Restoran’a giderken iyice kararmış havaya rağmen girdiğim dar sokakların ıssız olmadığını görünce şaşırdım. Çünkü ilk kez gittiğim bir şehirde içinde bulunduğum zaman ve mekan sebebiyle en azından ürpermem gerkiyordu. Oysa renkli dükkanlar ve şen insanlar benim gerilmeme fırsat vermediler. Eski Antakya’nın bu sıkışık sokaklarında biraz hislerimle çokca da “google maps”le yönümü tayin ettim ve çeşitli kafe ve butik otellerin arasında aradığım yeri buldum. Avludaki tüm masaların dolu olması beni dik merdivenleri tırmandırarak balkondaki küçük masalara yönlendirdi. Oturduğum kartal yuvasından lezzetli yemekleri tadarken mekandaki insanları gözlemleme fırsatı da buldum. Yemeği, yediğim en güzel künefe ile taçlandırdım ve öğretmenevinin güzel bahçesinde geceyi bol çay ile demlemek üzere yola koyuldum.

Hürriyet Caddesi’nden köprüye doğru salınmaya başlayınca kulağıma güzel müzikler gelmeye başladı. Müziğin nerden geldiğini anlamaya çalışırken caddenin kıvrımını dönünce müzisyenlerin çevresinde halelenmiş insanları gördüm. Ben de aralarına karışıp sıcak yaz akşamında açık havada ince müziğin tadını çıkardım.   Bir saat kadar burda eğlendikten sonra çay ihtiyacımı daha fazla öteleyemerek öğretmenevine doğru küçük tırmanışıma başladım. Yolun sonunda yeşil ağaçların altında hafif esen rüzgarla birlikte demli çayıma kavuştum ve bahçedeki diğerleri gibi ocağın dinlenme vaktine kadar yeni günün ilk saatini çevredekilerle sohbet ederek tamamladım.

Bursa Gezi Notaları İkinci Bölüm

İlk bölümde Söğüt, Bilecik ve İznik’te gördüklerimi anlattığım yazının bu bölümüne Bursa ile devam ediyorum.

İznik Bursa arasındaki yol yeşilliklerle doluydu. Her yerde yeni canlanan tarlalar, bahçeler ve ağaçlar. Yeşil Bursa sözünün ne kadar yerinde bir deyim olduğunu tekrar görme fırsatı yakaladım. Fakat şehir merkezi için aynı şeyi söylemek maalesef mümkün değil. Bursa’ya vardığımızda yoğun trafiğin ortasına dalıp, öncelikle Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin türbelerini ziyaret etmek için Tophane civarlarında bir otopark aradık. Dar sokaklar arasında, itibarsız ve pahalı bir yer bulup aracı bıraktık. Tophane’ye doğru tırmanırken dar kaldırımlar ve gürültülü araçların arasında kendimi İstanbul’da gibi hissettim. Günümüz keşmekeşinin bu kadar yoğun yaşandığı bu bölgede tarihin lezzetini almak mümkün olmadı. Tophane’den şehir manzarasına baktığımda ise maalesef bir beton denizi ile karşı karşıya kaldım ve bu noktadan bakan hemen herkesin şikayetçi olduğu o meşhur binalar… Tophane’den Ulucami’ye inerken çarşıların içerisinden geçtik. Yüzyıllar önce ticaretin merkezi olması için inşa edilen yapılar hale aktif olarak hizmet vermeye devam ediyor. Fakat Ulucami’nin ana kapısının hemen önündeki çarşının genişleyerek cami avlusuna dayanmış olması muhteşem eserin bu yüzündeki güzelliklerin yeterince görülmesine mani oluyor. Muhtemelen aynı sebeple de önü ferah olan doğu kapısı cami giriş çıkışlarında daha yoğun olarak kullanılıyor.  Ulucami’nin içerisinde üstatların hat levhalarını ve kündekari tekniği ile yapılmış bir şaheser olan minberi tekrar görme fırsatı yakaladım. Söğüt’te 1276’da inşa edilen Kuyulu Mescid’i ziyarettern sonra yaklaşık 125 yıl arayla Bursa’ya kazandırılan Ulucami’yi görmek, Kayı’nın beylikten cihan devletine geçişini zihnimde daha kolay canlandırmamı sağladı. Sanırım tarihi mekanları ve eserleri ziyaret etmenin en önemli kazançlarından birisi de duyarak öğrendiğimiz tarihi daha iyi içselleştirmemizi yardımcı olmasıdır. Tarihi mabedi ziyaretin ardından akşam yemeği için vakit gelmişti. Bursa deyince akla gelen ilk yiyecek olan iskenderi yerinde deneyelim dedik. Heykel civarındaki dükkanda karnımızı doyurduk. Lezzet olarak kötü değildi fakat daha önce yediklerime göre fiyatına oranla da değer bir fark hissedemedim. Özellikle lokantanın yoğun olmamasına karşın yemek sonrası çay ikramı yapılmaması ve garsonların ilgisiz yaklaşımı da beğenimi azalttı. Fakat bu yorumlarımı arkadaşlarımla paylaştığımda Botanik Park’taki restoranın lezzet,  ortam ve hizmet açısından daha iyi olduğunu ve bir de orayı denemem gerektiğini öğrendim.

Yemek sonrasın Ulucami’ye doğru ilerlerken duyduğum kutlu davete icabet etmekten kendimi alamadım. Yıllanmış şadırvanda temizlendikten sonra uzun saflar arasında yerimi aldım. Çıktığımda hava kararmıştı, caminin karşısındaki dar sokaklara dalarak aracımızı bıraktığımız izbeden çıkardık. Yine bu dar sokaklardan tırmanarak Karabaş-ı Veli Dergahı’na vardık. İlk anda bahçesinde bir sokak düğünü olduğu hissine kapıldığımız bu Mevlevi dergahında her akşam düzenlenen semah törenine katılmak istiyorduk. Bahçeye adım attıktan sonra herkes gibi biz de birer tabure bulup oturduk ve ikram edilen çay eşliğinde sessizce sohbet ettik. Etraftaki hafif hareketlenme ile bahçeden kalktık ve semahın icra edileceği mekana girip ferah bir köşeye iliştik. Oturduğumuzda enstrümantal nağmeler yeni başlamıştı. Bir yandan insanı dinginleştiren bu sufi müziğin tadını çıkartırken bir taraftan da ortamdaki insanları seyrettim. Bir süre sonra ayini yönetecek kişi, dönen dervişler ve koro geldi. Onların içeri girmesi ile daha hareketli bir müzik çalınmaya ve güfte de ona eşlik etmeye başladı. Yaklaşık kırk beş dakika kadar süren etkileyici gösteri yatsı ezanıyla tamamlandı. Bursa’yı ziyaret edecek müzik ve dans severlerin, tarihe ve tasavvufa ilgi duyanların ya da sadece açık havada oturup çay eşliğinde sohbet etmek isteyenlerin mutlaka görmeleri gereken bir yer olduğunu düşünüyorum. Birçok kişi de benimle aynı fikirde olacak ki Trip Advisor’da Bursa’da yapılacaklar arasında Karabaş-ı Veli Kültür Merkezi’ni ziyaret etmeyi de görebilirsiniz.

Geceyi geçirmek için Ahmet’in ailesinin yazları yaşadığı Karacabey’in Boğaz adı verilen bölgesine gittik. Yol gidiş-geliş, dar ve aydınlatmasız. Yolu da çok iyi bilmememiz sebebiyle oldukça yavaş gittik. Boğaz Marmara Denizi kıyısında ardını ıhlamur ormanlarına yaslamış küçük bir yerleşim. Vardığımızda tüm gün gezmiş olmanın yorgunluğu vardı üzerimizde, denize karşı çay eşliğinde biraz sohbet ettikten sonra iki günlük gezimizin ilk yarısını tamamlamış olduk.

Sabah uyandığımızda lezzetli kurabiye ve böreklerle deniz manzarası eşliğinde güzel bir kahvaltı yaptık. Ardından arabayla, inşaat halindeki sahili turladık. Boğaz’ın denizinin denizanası ve yosun sebebiyle genellikle pek tat vermediğini öğrendim. Boğaz’dan ayrılmadan önce orman içerisindeki piknik alanında yarım saatlik bir yürüyüş yaptık ve tekrar eve uğrayarak Ahmet’in annesinin bizim için hazırladığı yollukları da alarak vedalaştık. Bursa’ya doğru giderken Karacabey’e uğrayıp Ahmet’in abisini de ziyaret ettikten sonra Uludağ’a çıkmak için doğruca teleferik istasyonuna gittik. Bursa merkezinde hava çok sıcak olmasına rağmen yukarının serin olabileceğini düşündüğümüz için yanımızda getirdiğimiz kalın kıyafetleri de aldık. Teleferik ücreti öğrenciler için gidiş geliş 27 lira (Mayıs 2017), bileti alırken öğrenci kimliğinizi görmek istiyorlar. Teleferiğe binmek için 5 dakika gibi bir süre sıra bekledik, bu esnada teleferiği kullananların çoğunluğunun Arap turistler olduğunu gözlemledim. Kabinde bizim haricimizde bir rehber ve bir alan uzmanı vardı. İlk durak olan Sarıalan’a kadar, aslında arada Kadıyayla durağı var ama inşaat çalışması sebebiyle kapalıydı, yaklaşık 15 dakika sohbet etme şansı yakaladık. Uludağ çerçevesinde turizm ve dağcılık hakkında işin erbabından çeşitli bilgiler aldık. Sarıalan’da biraz yürüyüş yaptık ve yanımızda getirdiklerimizle öğle yemeğini yemiş olduk. Yemeğin ardından oteller bölgesine gitmek için tekrar teleferiğe bindik. Bu sefer de yanımızda oteller bölgesinde dükkanı bulunan bir esnaf vardı. Onunla da Bursa’nın ve Uludağ’ın ticari hayatı ile ilgili konuştuk. Oteller bölgesinde teleferik istasyonunun çevresinde oturup biraz sohbet edip fotoğraf çektik. Kayak pistlerinin olduğu bölgeye gitmek için uzunca bir yol yürümek veya bir araca binmek gerektiği için o tarafa gitmedik. Bence yürüyüş veya piknik gibi bir amaçla Uludağ’a çıkıyorsanız Sarıalan, Oteller Bölgesi’ne göre daha iyi bir tercih olabilir.

Uludağ’dan indikten sonra Kınalı Kar dizisiyle meşhur olan Cumalıkızık Köyü’ne gittik. Mahşeri kalabalık köyün yolunda başlıyordu. Zar zor aracımızı bıraktıktan sonra köyün içinde yürürken de kalabalıktan rahatsız olduk. Köyün içinde biraz gezdikten sonra izdiham seviyesindeki yoğunluğa daha fazla maruz kalmamak için dönüş yolunu tuttuk. Cumalıkızık UNESCO tarafından koruma altına alınmış, benzer şekilde Safranbolu yakınlarında Yörük Köyü de koruma altında. Daha önce Yörük’de bulunmuştum ve oradan daha çok keyif aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Tavsiyem yoğun olabilecek gün ve saatlerde bu köyleri ziyaret etmemeniz, çünkü bu mekanları özel yapan dokuyu kalabalıklar içinde hissedebilmeniz mümkün değil. Tenha zamanlarda kahvaltı veya çay eşliğinde hoş vakit geçirebilirsiniz.

Dönüşte akşam yemeğini İnegöl’de yedik ve Bursa’nın benim için en güzel lezzeti olan kestane şekerlerinden aldık. Ankara’ya dönerken anneler günü olması sebebiyle Eskişehir’e de uğradık ve hem annemi ziyaret etmiş oldum hem de bir kahveyle yolun son kısmı için enerji topladık. Ankara’ya geldiğimizde arkamızda tarih ve doğayla dolu güzel bir hafta sonu bırakmıştık.

Bursa Gezi Notları Birinci Bölüm

Mayıs ayında arkadaşım Ahmet Turnalı ile iki günlük kısa ama yoğun bir Bursa gezisi gerçekleştirdik. Gezinin ilk gününü tarih ikinci gününü ise doğa turizmine ayırdık diyebiliriz. Bursa öncesinde Söğüt, Bilecik ve İznik’i de gezerek Bursa’ya ulaştık. Yazının bu ilk bölümünde Bursa öncesini aktarmaya çalıştım.

Cumartesi sabah 06.30’da Ankara’dan yola çıktık. Öncelikle planımız Eskişehir’e uğrayıp mükellef bir kahvaltı yapmaktı fakat uzun zaman alacağını düşündüğümüz için Polatlı’da yol üzerinde kahvaltı faslını geçiştirerek ilk hedefimiz olan Söğüt’e ulaştık. Devlet-i Aliyye’nin kurulduğu bu güzel ilçede öncelikle biraz yürüyerek gezdik. Bu sırada Kaymakam Çeşmesi ve Çelebi Sultan Mehmet Camii’ne rast geldik. Cami tadilatta olduğu için maalesef gezme fırsatı yakalayamadık. Buradan sonra Hamidiye Külliyesine geçtik. Külliye cami, idadi ve dar-ül eytemden oluşuyor. Cami ve idadi Sultan 2. Abdülhamid Han tarafından yaptırılmış, yetimler evi ise Sultan Reşat döneminde ilçede çeşmesi de bulunan Kaymakam Sait Bey tarafından. Külliyenin avlusuna girdiğimizde bizi güvenlik görevlisi karşıladı. Kendisine Ankara’dan geldiğimizi ve külliyeyi gezmek istediğimizi söyleyince bize mihmandarlık etti. Şuan Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi tarafından kullanılmakta olan, yetimler evi binasını gezdik. İçeride Söğüt ve külliyenin tarihi fotoğraflarına bakarken buraların geçmişinden söz ettik. Sonrasında günümüzde halk kütüphanesi olarak kullanılan idadi binasına da girdik. Biraz fotoğraf çekip biz külliyeden ayrılırken çeşitli şehirlerden ziyaretçiler bahçeyi doldurmaya başlamıştı. Hamidiye Külliyesi sonrasında ecdadın Söğüt’teki ilk eseri olan kuyulu mescide gittik. Bu tarihi camide alışılmışın dışında bir imam olan Şahin Mülayim Hoca ile sohbet etme şansı yakaladık. Kendisi bize Kuyulu Mescid’i ve Osmanlı’nın ilk dönemlerini belgeleri ile anlattı. Söğüt’te son durağımız Ertuğrul Gazi’nin türbesiydi. Yeşillikler içerisindeki türbenin etrafında birçok alp mezarı bulunuyor. Yeni başlayan bir uygulama ile türbenin girişinde tarihi kıyafetler ile askerler saygı nöbeti tutuyorlar, türbeyi ziyarete gelenler de bu askerlerle fotoğraf çektirmeyi ihmal etmiyor. Söğüt’ü gezerken sürekli Diriliş Ertuğrul dizisinden bir şeyler göreceksiniz. Hemen her yerde dizi ile meşhur olan Kayı bayrağı var. Hediyelik eşya satılan yerlerde dizi karakterlerinin fotoğrafları bulunan magnetler mevcut ve birçok yerde dizinin müziği çalıyor. Söğüt’ün tarihi nasıl ki diziyi besliyorsa, dizi de turizme katkısıyla günümüz Söğüt’ünü besliyor.

Söğüt’ten sonra Şeyh Edebali Türbesi’ni ziyaret etmek için Bilecik’e doğru yola çıktık. Bilecik’e gelmeden önce Osmanlı’nın kuruluşunu belgeleyen hutbeyi okuyan Dursun Fakıh’ın türbesine de uğradık. Ovaya hakim bir tepe üzerinde kurulu olan türbenin konumu ve manzarası eşsiz. Bu sakin mekandan sonra Bilecik’e geçtik. Şehrin girişinde eski yerleşimin olduğu bölgede önce Orhangazi Cami’sini, ardından da türbeyi ziyaret ettik. Türbenin karşısındaki vadi içerisinde yürüyüş yolu yapılması için çalışmaların devam ettiğini gördüm. Düzenlemenin ardından Bilecik doğa yürüyüşü için güzel bir rota kazanmış olacak. Türbenin baktığı diğer yamaçta ise ağaçların arasında ordunun sefer zamanı namazlarını kıldığı iki tane namazgah bulunuyor. Namazgahlar sade görünümleri ve seferi hatırlatmaları ile beni en çok etkileyen yapılardandır. Bilecik’ten ayrılmadan son olarak Orhangazi Cami’sinin yanında bulunan Osmanlı Padişahları Sergisi’ni de ziyaret ettik. Zarif bir bahçe düzenlemesinin etrafında tüm sultanları kısaca tanıtan yazılar ve görseller bulunuyor. Biraz fotoğraf çektikten sonra İznik’e doğru yola çıktık. Yenişehir üzerinden yemyeşil doğanın içinden giderek İznik’e ulaştık.

İznik’te öncelikle gecikmiş öğle yemeğimizi Bursa’nın meşhurlarından Köfteci Yusuf’ta yedik. Ardından bu gezi de beni en çok üzen tarihi yapılardan birisi olan Mahmut Çelebi Cami’sini ziyaret ettik. Caminin içerisi hat sanatının güzel örnekleri ile bezeli, fakat bu güzellikleri barındıran caminin etrafından geçen yol tarafından boğulmuş olması acı. Neyse ki İznik Ayasofya Cami ve Müzesi’nin etrafı şirin bir parkla çevrili. Şehir surlarının ortasında bulunan bu yapı Hristiyan âlemi açısından da önemli bir merkez. Orhan Gazi’nin fethinden sonra camiye çevrilen yapı Yunan işgalinde büyük hasar görmüş ve 2011 yılında restore edilerek ibadete ve ziyarete açılmış. Yapının ortasından namaz kılabileceğimiz geniş cami alanı bulunurken bu bölgenin etrafından dolaşarak kilise döneminden kalma ayrıntıları da bir müze gibi gözlemleyebilirsiniz. Ayasofya’nın ardından Osmanlı’nın bilinen ilk medresesi olan Süleyman Paşa Medresesi’ni ziyaret ettik. Ecdadın ilim mirasını yine maalesef boğazına kadar asfalta gömüşmüş bulduk. Oturup çay kahve eşliğinde sohbet etmek istediğimiz bu yerde fiyatlar maalesef fahiş. Biz de çini çarşısı olarak kullanılan bu mekanda atölyelere bir göz atıp çıktık. Göl kıyısına yakın bir yere bıraktığımız aracımızı alıp önce gölü ardından da İstanbul kapıyı gördük. Buraların ardından Lefke Kapı yakınlarına aracımızı tekrar bırakarak kapıyı ve Yeşil Cami’yi gezdik. Bursa’ya doğru yola çıktığımızda İznik’in sahip olduğu tarihi maalesef etkili bir şekilde sergileyemediğini düşündüm. Umarım yapılacak çalışmalar hem tarihe hem de İznik turizmine katkı sağlar.

Yazının ilk kısmını Bursa’ya geçmeden burada bitiriyorum. İkinci bölüme Bursa ile devam edeceğim.