Tag Archives: performans

Palyatif Toplum’un Ardından

Byung-Chul Han’dan okuduğum sıradaki kitap Palyatif Toplum. Bu kitap alt başlığından da anlaşılacağı gibi toplumumuzun acıyla olan ilişkisini inceliyor. 

Kitabın ilk bölümünde günümüz toplumunun nasıl acıdan kaçtığını anlatıyor yazar. Bu kısmı çok iyi anladığımı söyleyemem, muhtemelen bu toplumun içerisine doğduğum ve aktarılan durumu çok yoğun şekilde yaşadığım için bir tür balık-su ilişkisi yaşıyorum.

Yazar sanatın rahatsız etmesi, acı vermesi gerektiğinden bahsediyor ve günümüzde beğeni odaklı sanatın çelişkili bir durum olduğunu söylüyor. Dün Cem Karaca’nın hayatını anlatan filmi izledim ve orada da hayatını, en azından biraz da olsa, bildiğim diğer sanatçılar gibi ne kadar farklı ve sanatçıların, benim gibi düz insanları rahatsız edebilecek davranışları ve düşünceleri olduğunu bir kez daha hatırladım. Ben sanatçı olmadığım için, onların neler hissettiğini ve düşündüğünü yakinen anlayamıyorum fakat farklı olduklarını ve dünyaya değer ve renk kattıklarını farkedebiliyorum. 

Sanat ve acı ilişkisi konusuna değinmişken kitabı okurkan özeti olduğunu düşündüğüm ve gün boyu ağzıma takılan Sezen Aksu’nun Gidemem şarkısını buraya not düşmezsem olmaz. Özellikle, “Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir” mısrasının tüm kitabı tek cümlede aktardığını zannediyorum.

Yazar disiplin toplumunda insanları çalıştırmaya zorlamanın yöntemi olarak kullanılan yasak, ceza gibi acı verici tekniklerin yerini motivasyon, optimizasyon gibi rahatsızlık vermeyen hatta ilgi çeken konseptlerin aldığını söylüyor. Bunlara, keyif vericilere, müptela olan günümüz toplumunda yaşayan birey de gönüllü şekilde kendisini sömürerek tüketirken özgürlük hissini yaşıyor. Bununla birlikte yazar acıdan kaçınma sonucunda çokça tüketilen sosyal medya ve bilgisayar oyunu gibi günümüz anesteziklerinin düşünmeyi engellediğini bireyselleşen yaşamlarla birlikte acı çeken kişilerin devrimciler yerine performans koçları aramaya başladığını söylüyor. Birlikte hissedilen acıların yok olmasının, devrimciliği de bitirdiğini aktarıyor yazar.

Kitapta aklımda kalan bir başka tespit de günümüzde tecrübelerin anlatılabilirliklerini kaybedip ölçülebilir hale gelmesi olduğu. İşim gereği günlük olarak ölçülebilir şeylerle uğraşıyorum ama veri bilimi mesleğinde bu ölçülebilir sonuçların anlamlandırılabilir ve anlatılabilir olması da toplam değer üzerinde büyük etkiye sahip. Buna karşın, öncelikle ölçülebilir kısım tatmin edici olmadığında anlatılabilirlik bölümüne keçemediğimiz için sayılara gereğinden fazla ağırlık verme yanılgısına düşmemiz sıklıkla karşılaşılan bir maraz. Bu durumun sosyal hayatımıza da yansıdığını iş arkadaşlarımla yaptığım nadir günlük konuşmalardan birisinde farkettim. Avrasya maratonuna katılan bir arkadaşımız deneyimini paylaşırken “pace”, bitirme zamanı, nabız ortalaması gibi verileri bizimle paylaştı. Belki de bir insan olarak asıl konuşmamız gerekenler, boğaz köprüsünü yaya olarak geçmenin, oradan görülen manzaranın, dünyanın farklı yerlerinden gelen insanlarla birlikte vücudumuzun sınırlarının görmenin hissettirdikleri ve düşündürdükleri olmalıydı. Fakat, yazarın da dediği gibi artık tecrübeler anlatılabilir olmaktan çıkıp ölçülebilir hale gelmişler sanırım. 

Son olarak günümüzde sürekli kaçmaya çalışmamıza rağmen bir türlü kurtulamadığımız fiziksel ağrı ve acılarla ilgili kısımları da not etmek istiyorum. Disiplin toplumunda efendinin kırbaçlayarak verimini artırmaya çalıştığı köle, günümüz toplumunda kırbacı efendiden alarak kendisine acımasızca vurmaya devam ediyor ve kronik acılarla başbaşa kalıyor diye anlıyorum. Yazar ağrı kesicilerin veya bireysel terapilerin bu acılara bir çözüm olmayacağını, çünkü ağrıların kaynağını sosyo kültürel sebeplerden aldığını söylüyor. Bu ağrıların bedenimizin ilgi, yakınlık ve temasa olan ihtiyacını bize bildirme şekli olduğunu da ekliyor. Ben de yaşadığım ağrıların anlatılanlara benzediğini düşünüyorum. Doğamıza aykırı şekilde azalan harekete karşı artan uyaranların kendi arzum olmadığını ve değişimin bunun tam tersi yönde olması gerektiğini hemen her an hissediyorum. Fakat, kendi yaşamımda yapabildiğim küçücük değişiklikler haricinde bu duruma karşı tamamen elim kolum bağlı durumda olduğumu zannediyorum. Bu acıları azaltmak ve daha sağlıklı olmak için hayatıma katmaya çalıştığım pratikler ile yazarın da söylediği gibi hayattan aldığım tadı azaltıyor, belki tamamen bitiriyor, yaşamaksızın hayatta kalan bir virüse dönüşüyorum. Yazar bu gidişatın sonucunda insanın muhtemelen hayatı pahasına ölümsüzlüğe kavuşacağını öngörüyor. 

Çalınan Dikkat’in Ardından

Günümüzde bir çoğumuz gibi ben de uzun süre odağımı bir konu üzerinde tutmakta zorlanıyorum. Odaklanmakta hala ortalamanın üzerinde bir yeteneğe sahip olduğumu düşünmekle birlikte eskiye göre performansımın daha kötü olduğu kanaatindeyim. Oğlumun odaklanma kabiliyetini de kendi beklentilerimin altında gözlemliyorum. Bu düşüncelerime içinde bulunduğumu sandığım telaş kültürünün (hustle culture) etkilerini de eklediğimde Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabını okumam gerektiğini düşündüm. Bunun üzerine kitap kulübümüzde de bir sonraki kitap olarak seçilmesi güzel bir tesadüf oldu.

Kitabı Türkçe çevirisinden okudum. Çeviri konusunda uzman bir kişi olmamakla birlikte İngilizce orjinalinden çevrilirken başlığında ufak değişiklikler yapıldığını farkettim. Bence İngilizceden birebir çevirmek daha uygun olurmuş. İngilizcesinde ana ve alt başlıklarda bulunan odak kelimesi ve dikkat kelimesi yer değiştirilerek kullanılmış. Buna ek olarak, alt başlıkta ikinci kişiden sorulan soru Türkçe’ye dönerken üçüncü çoğul kişi olmuş. Şayet kitabın adını ben çevirseydim, Çalınan Odak, Neden Dikkatini Veremiyorsun? şeklinde tercih ederdim.

Başlıkla ilgili bu notumu düştükten sonra kitapta okuduğum ve kendim de deneyimlediğim  odaklanmamı zorlaştıran etkenleri not etmek istiyorum. İlk olarak, yazar konu gitgellerinin (content switch) dikkatimizi olumsuz etkilediğini söylüyor. Bunun farklı şekillerde bizim odaklanma kabiliyetimizi zayıflattığını açıklıyor. Odaklanma kabiliyetinin azalmasının ölçümü geniş bir zamana yayılmış şekilde yapılması gerektiği için, kendi hayatımdaki gözlemlerim dikkatimize zararlı şeylerin bende uyandırdığı düşünce veya hisler üzerinden olacak. Gün içerisinde çalıştığım konunun çok kere ve hızlı değişiminin bendeki en önemli etkisi yorgunluk şeklinde tezahür ediyor. Çok uzun yıllardır kendi üzerimde farkettiğim bir etki bu. Bir gün içerisinde aralarında sürekli geçişler yaparak üç, dört konu ile ilgilendiğim günlerin sonunda kendimi zihinsel olarak aşırı yorulmuş buluyorum. Aynı miktarda işi sıralı olarak yaptığımda ise bu denli yorulmadığımı veya bir konu üzerine yoğunlaşmış şekilde daha uzun süre çalışmış olsam dahi zihnimin daha berrak olduğunu hissediyorum.

Hari’nin bahsettiği diğer etkenlerden birisi de akış halinde bulunamıyor olmamız. Bu kıvama gelmenin üç sebebi olduğundan bahsediyor yazar. Fakat ben daha ilk ayaktan yattığım için benim şimdilik ilgilendiğim adımı, net hedef koyabilmek. Hayatımın bu döneminde amaçsızca günlerim geçip gidiyor, bu sebeple bir şeyler yaparken neden yapıyorum bunu diye düşünüp vazgeçtiğim sıkça oluyor. Elbette tüm hayatım boyunca bu durumda değildim. Hatta hayatımın önemli bir kısmında akış halini sıklıkla deneyimledim. Hayatımda başarı olarak gördüğüm sonuçların da akış halinde geçirdiğim sürelerin ve çalışmaların meyvesi olarak değerlendiriyorum ve o dönemlere büyük hasret çekiyorum. Yazar hedef koymak ve hayatımızda bizim için neyin anlamlı olduğunu farketmemiz için de biraz yavaşlamaya ve o anlamı aramaya fırsat bulmamız gerektiğini söylüyor. Bugünkü çalışma temposunda bunun imkanının olmadığını da eklemeden geçmiyor. Günümüz dünyasında birçok insanın da işlerini veya işlerindeki pozisyonlarını kaybetme korkusu ile hayatlarını yavaşlatmayı ve bir süre için dahi olsa anlam arayışına fırsat veremediklerini söylüyor. Ben de bu dediklerini maalesef aynı şekilde yaşıyorum. Bir süre hayata ara versem döndüğümde buraları benzer durumda bulabilir miyim, bulsam bile kaldığım yerden devam edebilir miyim emin değilim. Bunların cevabı hayır olduğunda biyolojik işlerliğimi devam ettirmek için şimdiki kadar dahi motivasyon bulamama riskini alamıyorum. 

Fiziksel bitkinliğin de dikkat yeteneğimizi olumsuz etkilediğinden bahsediyor yazar. Özellikle uyku konusu benim dikkatimi çekti. Uykumu iyi aldığımda ben de gün içinde daha enerjik ve mutlu olduğumun farkındayım ve mümkün olduğunca uyku kalitemi yükseltmeye çalışıyorum. Fakat uyku meselesi bana biraz yumurta tavuk ilişkisi gibi geliyor. İyi uyuduğumda daha iyi hissediyorum ve kaliteli uyku için gerekenlere gün içerisinde dikkat edebiliyorum. Bu döngü bir yerde kırıldığı zaman oradan çıkmak maalesef benim içi güç. Hatırladığım kadarıyla, doktorayı bırakmadan önceki zamanlar hayatımda en yüksek yoğunlukla uyku problemi yaşadığım dönemdi. Bu işaretin neticesinde üzerime, hepsi kendi tercihimle olmasa da, aldığım yüklerden en kolay bırakabileceğim olan doktorayı bırakmayı tercih etmiştim ve devamına eklediğim birçok yaşam tarzı değişikliği ile uyku kalitemi daha makul bir seviyeye çıkarmıştım. Yakın dönemde en iyi uyku kalitesine ulaştığım dönemin Bilkent Cyberpark’ta çalıştığım zaman olduğunu düşünüyorum. Yatış ve kalkış saatlerimin düzenli olduğu, gün içerisinde makul bir hareketlilik yakaladığım ve kaygı seviyemin düşük olduğu bir dönem olduğunu hatırlıyorum. Demek ki bunlar benim için kaliteli uykunun temellerini oluşturuyor.

Yazar dikkat sorunlarının bireysel çabalarla bir noktaya kadar çözülebileceğini düşünüyor. Temel sorunun sistemsel olduğu kanaatinde. Bu söyledikleri Byung-Chul Han’ın kitaplarında söyledikleri ile tutarlılık gösteriyor. Ben de maalesef benzer kanaatteyim. Maalesef diyorum, çünkü ben yazarın aksine düzenin kendisinde kaynaklanan bu problemin çözülebileceğini zannetmiyorum. Yazar sorunun kişilerin bireysel yaşam tarzlarından kaynaklanıyormuş ve sorumlusu mağdurun kendisiymiş gibi açıklanmaya çalışıldığından da bahsediyor. Açıkçası, ilgili bölümü okuyana dek içimde durumun böyle olabileceğine dair ufak sezgiler mevcutsa da durumun idrakine ermeme kitabın vesile olduğunu söylemem daha doğru olur.

Kitap ve yazarın yaklaşımı hoşuma gitti, Kaybolan Bağlar kitabını da okumayı planlıyorum.