All posts by duman

Bence Ev Ödevi

Bugün oğlumun veli toplantısına katıldım. Öğretmenlerle görüşmek için sırada beklerken bir başka veli ile ayak üstü sohbet ettik. Çocuğunun bu sene dikkatini toplamakta geçen yıla göre daha gerilediğini ve ödevlerini yapma konusunda isteksiz olduğunu söyledi. Ben de oğlumda geçen yıla göre bir değişiklik olduğunu düşünmemekle birlikte, ödev yapma konusunda isteksizliği görebiliyorum. Sohbet sırasında ben verilen ödevlerin çok fazla olduğunu düşündüğümü söyledim. Diğer veli de başka okulların çok daha fazla ödev verdiğini ve bununla birlikte çocukların daha fazla ilerleme gösterdiğini düşündüğünü belirtti. Bu sohbetin ardından ben de ev ödevleri ile alakalı düşüncelerimi yazmak istedim. 

Öncelikle belirtmeliyim ki ilkokulda ev ödevi verilmesini doğru bulmuyorum. Bu düşüncem oğlum okula başlamadan önce de bu şekildeydi, şu an üçüncü sınıfta ve aynısını düşünüyorum. Bu düşüncemin en önemli sebebi okul saatlerinin yeterince uzun olması. Özel okulları düşündüğümüzde bir çocuk adeta bir yetişkinmişçesine mesai yapar gibi okulda bulunuyor. Bu durumun üzerine bir de evde çalışacak olması bence kabul edilebilir değil. Ben nasıl ki bir profesyonel olarak gün içerisinde mesai saatlerimde çalıştıktan sonra evde fazla mesai yapmak istemiyorum çocukların da böyle düşündüklerine ve böyle düşünmeye hakları olduğuna inanıyorum.

Ev ödevi verilmesini savunan kişilerin şimdiye kadar gördüğüm iki temel argümanı mevcut. Bunlar, ev ödevlerinin çocukların sorumluluk sahibi olmalarına ve akademik başarıya destek olduğu sanrısı. İki argüman da destek oldukları konusunda haklı olabilirler ve muhtemelen bilimsel bir ölçüm yapsak doğru çıkabilirler. Fakat, derdimiz çocuklara sorumluluk sahibi olmalarını öğretmek ve akademik başarı ise bunun yöntemi ev ödevi mi olmalı benim bu noktada soru işaretlerim var. Ev ödevi yöntemi ile bu iki alanda kazandığımız faydaların, ev ödevi vererek kaybettiklerimize değer olduğunu düşünmüyorum. Yapılan bu ödünleşimin sonucunun çocuklarımız için kazanç sağlamadığını sanıyorum. 

Bu noktada ev ödevi vermenin bize kaybettirdiğini düşündüklerimi not etmek istiyorum. Bana göre en önemli kayıp çocuğun zaman kaybediyor olması. Okuldan eve dönen çocuk kendine ayıracağı oyun zamanından veya ailesi ile geçireceği paylaşım zamanından kaybederek ödev yapıyor. Zaten yeterince zamanı okula ayıran çocuk kendi gelişimi için gerekli olan oyun ve aile veya arkadaşlarla etkileşim zamanında yine öğretim odaklı bir konu ile uğraşıyor. Bu durumun çocuklardaki iletişim ve eğlence tatminini sağlayamamalarına ve dolayısı ile okul zamanında bunlara yer aramaya sebep olduklarını zannediyorum. Oyun oynayarak yeterince eğlenemeyen, ailesi veya arkadaşlarıyla serbest zaman geçirerek iletişim ihtiyacını doyuramayan çocuğun ders saatlerinde arkadaşlarıyla konuşmasının veya dersi sulandırmasının çok da beklenmedik davranışlar olmadığını düşünüyorum.

Çocuğun bir diğer kaybının da okula ve derslere karşı tepki geliştirmesi olduğunu zannediyorum. Kendi oğlumda gözlemlediğim kadarıyla kreş döneminde ödev verilmemesine karşın öğrendiği ve ilginç bulduğu konuları evde gelip bize anlatıyordu. Buna ek olarak o konu ile ilgili daha ileri bilgileri ona öğretmemizi talep ediyordu. Yani derslere karşı kendisinde bir merak uyanıyordu. Merakın öğrenmenin en büyük sebebi olduğunu burada bir kez daha not etmeden de geçmek istemiyorum. Bu gün hala ödev verilmeyen derselerde benzer durumu azalarak da olsa gözlemleyebiliyorum. Ödevlerin kendilerinden çaldıklarının farkında olan çocukların, kendilerine kötülük yapan derselere karşı tepkili olması ve onlardan hoşlanmamasını da çok normal olarak görüyorum. Kimse kendinden bir şeyler çalan, ona zarar veren kişi veya şeyleri sevmez.

Temelde bu iki kaybı yaşamadan çocuklarımızın sorumluluk duygusunu ve akademik başarılarını nasıl destekleyebiliriz konusundaki düşüncelerimi de burada not etmiş olayım. Öncelikle sorumluluk tarafı ile başlayacak olursak, bir çocuğun hayatındaki tek sorumluluk ev ödevleri olmadığı için sorumluluk duygusunu sadece onun üzerinden geliştirmek mecburiyetinde olmadığımız açık diye düşünüyorum. Spor yapan bir çocuk; ekipmanlarının hazırlanması, yola çıkış vaktine göre evdeki işlerinin düzenlenmesi gibi sorumluluklarını yerine getirebilir. Buna ek olarak, evde kendi yaşına uygun ev işlerinin sorumluluğunu alabilir. Bu tarz sorumlulukların çocuğa devredilmesinin, sorumluluk duygusunun gelişmesine ev ödevinden çok daha etkin katkı yapacağını zannediyorum. Çünkü, çocuk yukarıda belirttiğim durumlarda sorumluluğu yerine getirmediğinde sonucunu hızlı ve açık şekilde görüyor. Buna karşın ev ödevini yapmadığında ise sonucunda ebeveyn veya öğretmenin kızması, eksi vermesi gibi ödevin amacıyla alakalı olmayan sonuçlar haricinde bir sonuçla karşılaşmıyor. Örneğin, spora giderken kramponunu, mayosunu veya formasını çantasına koymayan bir çocuk, o gün spor yaparken onların eksikliğini anında görecektir. Çöpü çıkarma görevini yerine getirmeyen çocuk, sonraki gün evin içindeki kokuyu alacaktır. Fakat, ev ödevini yapmayan bir çocuk o konuyu yeterince bilmediğini kısa zaman içinde fark edemeyecek ve sebep sonuç ilişkisine hızla gidemeyecektir.

Akademik başarı konusu ile aklımdaki ilk soru işareti gerçekten akademik başarının yukarıda belirttiğim kayıpları karşılayabilecek kadar önemli bir kazanım olup olmadığı hususunda. Çok net şekilde ben olmadığı kanaatindeyim. Bununla birlikte, derslere karşı ilgisini kaybeden belki tepki oluşturan bir çocuğun ev ödevi yaparak daha iyi bir başarım gösterip gösteremeyeceği konusunda da şüphelerim var. Çocuklara konuları pekiştirmeleri için verilecek ödevler yerine ailelere çocukların öğrendikleri konular iletilerek gün içerisinde bu konuların da geçtiği sohbetleri çocukları ile yapmaları istenebilir. Bu yöntemle aile içinde bir etkileşim olacağı gibi çocuğun öğrendiği konuları farklı bir ortamda da aklından geçirmesi sağlanacaktır. Velev ki bu yöntem akademik başarıya ev ödevi kadar fayda sağlamasın, bunun bir çocuğun genel iyi olma haline ev ödevi yapmaktan daha üstün bir katkısı olacağı izahtan varestedir.

Sonuç olarak ilkokul seviyesinde ev ödevinin katkısından ziyade zararı olduğunu düşünmekle birlikte çocukta aile ve okul ikiliği yaratmamak adına bu duruma kerhen katlanmak durumundayım. İlkokul seviyesinde durum böyleyken, ortaokulda emin olmamakla birlikte lise döneminde limitli bir ev ödevinin faydalı olabileceğini tahmin ediyorum.

Palyatif Toplum’un Ardından

Byung-Chul Han’dan okuduğum sıradaki kitap Palyatif Toplum. Bu kitap alt başlığından da anlaşılacağı gibi toplumumuzun acıyla olan ilişkisini inceliyor. 

Kitabın ilk bölümünde günümüz toplumunun nasıl acıdan kaçtığını anlatıyor yazar. Bu kısmı çok iyi anladığımı söyleyemem, muhtemelen bu toplumun içerisine doğduğum ve aktarılan durumu çok yoğun şekilde yaşadığım için bir tür balık-su ilişkisi yaşıyorum.

Yazar sanatın rahatsız etmesi, acı vermesi gerektiğinden bahsediyor ve günümüzde beğeni odaklı sanatın çelişkili bir durum olduğunu söylüyor. Dün Cem Karaca’nın hayatını anlatan filmi izledim ve orada da hayatını, en azından biraz da olsa, bildiğim diğer sanatçılar gibi ne kadar farklı ve sanatçıların, benim gibi düz insanları rahatsız edebilecek davranışları ve düşünceleri olduğunu bir kez daha hatırladım. Ben sanatçı olmadığım için, onların neler hissettiğini ve düşündüğünü yakinen anlayamıyorum fakat farklı olduklarını ve dünyaya değer ve renk kattıklarını farkedebiliyorum. 

Sanat ve acı ilişkisi konusuna değinmişken kitabı okurkan özeti olduğunu düşündüğüm ve gün boyu ağzıma takılan Sezen Aksu’nun Gidemem şarkısını buraya not düşmezsem olmaz. Özellikle, “Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir” mısrasının tüm kitabı tek cümlede aktardığını zannediyorum.

Yazar disiplin toplumunda insanları çalıştırmaya zorlamanın yöntemi olarak kullanılan yasak, ceza gibi acı verici tekniklerin yerini motivasyon, optimizasyon gibi rahatsızlık vermeyen hatta ilgi çeken konseptlerin aldığını söylüyor. Bunlara, keyif vericilere, müptela olan günümüz toplumunda yaşayan birey de gönüllü şekilde kendisini sömürerek tüketirken özgürlük hissini yaşıyor. Bununla birlikte yazar acıdan kaçınma sonucunda çokça tüketilen sosyal medya ve bilgisayar oyunu gibi günümüz anesteziklerinin düşünmeyi engellediğini bireyselleşen yaşamlarla birlikte acı çeken kişilerin devrimciler yerine performans koçları aramaya başladığını söylüyor. Birlikte hissedilen acıların yok olmasının, devrimciliği de bitirdiğini aktarıyor yazar.

Kitapta aklımda kalan bir başka tespit de günümüzde tecrübelerin anlatılabilirliklerini kaybedip ölçülebilir hale gelmesi olduğu. İşim gereği günlük olarak ölçülebilir şeylerle uğraşıyorum ama veri bilimi mesleğinde bu ölçülebilir sonuçların anlamlandırılabilir ve anlatılabilir olması da toplam değer üzerinde büyük etkiye sahip. Buna karşın, öncelikle ölçülebilir kısım tatmin edici olmadığında anlatılabilirlik bölümüne keçemediğimiz için sayılara gereğinden fazla ağırlık verme yanılgısına düşmemiz sıklıkla karşılaşılan bir maraz. Bu durumun sosyal hayatımıza da yansıdığını iş arkadaşlarımla yaptığım nadir günlük konuşmalardan birisinde farkettim. Avrasya maratonuna katılan bir arkadaşımız deneyimini paylaşırken “pace”, bitirme zamanı, nabız ortalaması gibi verileri bizimle paylaştı. Belki de bir insan olarak asıl konuşmamız gerekenler, boğaz köprüsünü yaya olarak geçmenin, oradan görülen manzaranın, dünyanın farklı yerlerinden gelen insanlarla birlikte vücudumuzun sınırlarının görmenin hissettirdikleri ve düşündürdükleri olmalıydı. Fakat, yazarın da dediği gibi artık tecrübeler anlatılabilir olmaktan çıkıp ölçülebilir hale gelmişler sanırım. 

Son olarak günümüzde sürekli kaçmaya çalışmamıza rağmen bir türlü kurtulamadığımız fiziksel ağrı ve acılarla ilgili kısımları da not etmek istiyorum. Disiplin toplumunda efendinin kırbaçlayarak verimini artırmaya çalıştığı köle, günümüz toplumunda kırbacı efendiden alarak kendisine acımasızca vurmaya devam ediyor ve kronik acılarla başbaşa kalıyor diye anlıyorum. Yazar ağrı kesicilerin veya bireysel terapilerin bu acılara bir çözüm olmayacağını, çünkü ağrıların kaynağını sosyo kültürel sebeplerden aldığını söylüyor. Bu ağrıların bedenimizin ilgi, yakınlık ve temasa olan ihtiyacını bize bildirme şekli olduğunu da ekliyor. Ben de yaşadığım ağrıların anlatılanlara benzediğini düşünüyorum. Doğamıza aykırı şekilde azalan harekete karşı artan uyaranların kendi arzum olmadığını ve değişimin bunun tam tersi yönde olması gerektiğini hemen her an hissediyorum. Fakat, kendi yaşamımda yapabildiğim küçücük değişiklikler haricinde bu duruma karşı tamamen elim kolum bağlı durumda olduğumu zannediyorum. Bu acıları azaltmak ve daha sağlıklı olmak için hayatıma katmaya çalıştığım pratikler ile yazarın da söylediği gibi hayattan aldığım tadı azaltıyor, belki tamamen bitiriyor, yaşamaksızın hayatta kalan bir virüse dönüşüyorum. Yazar bu gidişatın sonucunda insanın muhtemelen hayatı pahasına ölümsüzlüğe kavuşacağını öngörüyor. 

Çalınan Dikkat’in Ardından

Günümüzde bir çoğumuz gibi ben de uzun süre odağımı bir konu üzerinde tutmakta zorlanıyorum. Odaklanmakta hala ortalamanın üzerinde bir yeteneğe sahip olduğumu düşünmekle birlikte eskiye göre performansımın daha kötü olduğu kanaatindeyim. Oğlumun odaklanma kabiliyetini de kendi beklentilerimin altında gözlemliyorum. Bu düşüncelerime içinde bulunduğumu sandığım telaş kültürünün (hustle culture) etkilerini de eklediğimde Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabını okumam gerektiğini düşündüm. Bunun üzerine kitap kulübümüzde de bir sonraki kitap olarak seçilmesi güzel bir tesadüf oldu.

Kitabı Türkçe çevirisinden okudum. Çeviri konusunda uzman bir kişi olmamakla birlikte İngilizce orjinalinden çevrilirken başlığında ufak değişiklikler yapıldığını farkettim. Bence İngilizceden birebir çevirmek daha uygun olurmuş. İngilizcesinde ana ve alt başlıklarda bulunan odak kelimesi ve dikkat kelimesi yer değiştirilerek kullanılmış. Buna ek olarak, alt başlıkta ikinci kişiden sorulan soru Türkçe’ye dönerken üçüncü çoğul kişi olmuş. Şayet kitabın adını ben çevirseydim, Çalınan Odak, Neden Dikkatini Veremiyorsun? şeklinde tercih ederdim.

Başlıkla ilgili bu notumu düştükten sonra kitapta okuduğum ve kendim de deneyimlediğim  odaklanmamı zorlaştıran etkenleri not etmek istiyorum. İlk olarak, yazar konu gitgellerinin (content switch) dikkatimizi olumsuz etkilediğini söylüyor. Bunun farklı şekillerde bizim odaklanma kabiliyetimizi zayıflattığını açıklıyor. Odaklanma kabiliyetinin azalmasının ölçümü geniş bir zamana yayılmış şekilde yapılması gerektiği için, kendi hayatımdaki gözlemlerim dikkatimize zararlı şeylerin bende uyandırdığı düşünce veya hisler üzerinden olacak. Gün içerisinde çalıştığım konunun çok kere ve hızlı değişiminin bendeki en önemli etkisi yorgunluk şeklinde tezahür ediyor. Çok uzun yıllardır kendi üzerimde farkettiğim bir etki bu. Bir gün içerisinde aralarında sürekli geçişler yaparak üç, dört konu ile ilgilendiğim günlerin sonunda kendimi zihinsel olarak aşırı yorulmuş buluyorum. Aynı miktarda işi sıralı olarak yaptığımda ise bu denli yorulmadığımı veya bir konu üzerine yoğunlaşmış şekilde daha uzun süre çalışmış olsam dahi zihnimin daha berrak olduğunu hissediyorum.

Hari’nin bahsettiği diğer etkenlerden birisi de akış halinde bulunamıyor olmamız. Bu kıvama gelmenin üç sebebi olduğundan bahsediyor yazar. Fakat ben daha ilk ayaktan yattığım için benim şimdilik ilgilendiğim adımı, net hedef koyabilmek. Hayatımın bu döneminde amaçsızca günlerim geçip gidiyor, bu sebeple bir şeyler yaparken neden yapıyorum bunu diye düşünüp vazgeçtiğim sıkça oluyor. Elbette tüm hayatım boyunca bu durumda değildim. Hatta hayatımın önemli bir kısmında akış halini sıklıkla deneyimledim. Hayatımda başarı olarak gördüğüm sonuçların da akış halinde geçirdiğim sürelerin ve çalışmaların meyvesi olarak değerlendiriyorum ve o dönemlere büyük hasret çekiyorum. Yazar hedef koymak ve hayatımızda bizim için neyin anlamlı olduğunu farketmemiz için de biraz yavaşlamaya ve o anlamı aramaya fırsat bulmamız gerektiğini söylüyor. Bugünkü çalışma temposunda bunun imkanının olmadığını da eklemeden geçmiyor. Günümüz dünyasında birçok insanın da işlerini veya işlerindeki pozisyonlarını kaybetme korkusu ile hayatlarını yavaşlatmayı ve bir süre için dahi olsa anlam arayışına fırsat veremediklerini söylüyor. Ben de bu dediklerini maalesef aynı şekilde yaşıyorum. Bir süre hayata ara versem döndüğümde buraları benzer durumda bulabilir miyim, bulsam bile kaldığım yerden devam edebilir miyim emin değilim. Bunların cevabı hayır olduğunda biyolojik işlerliğimi devam ettirmek için şimdiki kadar dahi motivasyon bulamama riskini alamıyorum. 

Fiziksel bitkinliğin de dikkat yeteneğimizi olumsuz etkilediğinden bahsediyor yazar. Özellikle uyku konusu benim dikkatimi çekti. Uykumu iyi aldığımda ben de gün içinde daha enerjik ve mutlu olduğumun farkındayım ve mümkün olduğunca uyku kalitemi yükseltmeye çalışıyorum. Fakat uyku meselesi bana biraz yumurta tavuk ilişkisi gibi geliyor. İyi uyuduğumda daha iyi hissediyorum ve kaliteli uyku için gerekenlere gün içerisinde dikkat edebiliyorum. Bu döngü bir yerde kırıldığı zaman oradan çıkmak maalesef benim içi güç. Hatırladığım kadarıyla, doktorayı bırakmadan önceki zamanlar hayatımda en yüksek yoğunlukla uyku problemi yaşadığım dönemdi. Bu işaretin neticesinde üzerime, hepsi kendi tercihimle olmasa da, aldığım yüklerden en kolay bırakabileceğim olan doktorayı bırakmayı tercih etmiştim ve devamına eklediğim birçok yaşam tarzı değişikliği ile uyku kalitemi daha makul bir seviyeye çıkarmıştım. Yakın dönemde en iyi uyku kalitesine ulaştığım dönemin Bilkent Cyberpark’ta çalıştığım zaman olduğunu düşünüyorum. Yatış ve kalkış saatlerimin düzenli olduğu, gün içerisinde makul bir hareketlilik yakaladığım ve kaygı seviyemin düşük olduğu bir dönem olduğunu hatırlıyorum. Demek ki bunlar benim için kaliteli uykunun temellerini oluşturuyor.

Yazar dikkat sorunlarının bireysel çabalarla bir noktaya kadar çözülebileceğini düşünüyor. Temel sorunun sistemsel olduğu kanaatinde. Bu söyledikleri Byung-Chul Han’ın kitaplarında söyledikleri ile tutarlılık gösteriyor. Ben de maalesef benzer kanaatteyim. Maalesef diyorum, çünkü ben yazarın aksine düzenin kendisinde kaynaklanan bu problemin çözülebileceğini zannetmiyorum. Yazar sorunun kişilerin bireysel yaşam tarzlarından kaynaklanıyormuş ve sorumlusu mağdurun kendisiymiş gibi açıklanmaya çalışıldığından da bahsediyor. Açıkçası, ilgili bölümü okuyana dek içimde durumun böyle olabileceğine dair ufak sezgiler mevcutsa da durumun idrakine ermeme kitabın vesile olduğunu söylemem daha doğru olur.

Kitap ve yazarın yaklaşımı hoşuma gitti, Kaybolan Bağlar kitabını da okumayı planlıyorum.

Yorgunluk Toplumu’nun Ardından

Enfokrasinin ardından Byung-Chul Han’ın Yorgunluk Toplumu eserini de okudum. Yazarın Enfokrasi’deki farklı ve ilgi çekici bakış açısının günümüzde toplumda görülen yorgunluk konusunda da ufuk açıcı olabileceğini düşündüğüm için bu kitabı okumak istedim. Kitap bittiğinde de aradığımı bulduğumu söyleyebilirim.

Enfokrasi’de olduğu gibi yazar günümüz toplumunun bir önceki disiplin toplumundan farklılaşması sonucunda olan değişimleri aktarıyor. Enfokarisi’de nasıl ki bir dış zorlama olmadan kendimizi dışarı ile paylaşıyorsak bu kitap çerçevesinde de disiplin toplumunun aksine bir dış zorlama olmadan kendimizi tüketecek tempoda çalıştığımızı belirtiyor. Bu yoğun çalışma ve içsel performans baskısı kendini sömürmenin sonucunda bitmez bir yorgunluk olarak kendini gösteriyor.

Kendimde de aynı durumu maalesef ki görebiliyorum. Sürekli daha fazla üretme ve daha performanslı olma baskısını kendi üzerimde tutuyorum. Bunun sonucu olarak da hiçbir zaman tatmin olmayan her daim kendimi mental ve fiziksel olarak daha fazla zorlar bir durumda bulunuyorum. Bu kadar zorlanan, zannediyorum ki, fiziksel veya biyolojik her sistemde olacağı gibi problemlerden de beklenmedik olmayan bir sonuç olarak kendimi kurtaramıyorum. 

Kitapta can sıkıntısı ile ilgili bölümde yazar can sıkıntısının insanın zihninin gevşemesi, rahatlaması olduğundan bahsediyor. Uykunun ise bedenin gevşemesi olduğunu söylüyor. Bu uyku ve can sıkıntısı benzetmesi neticesinde nasıl ki bedenimiz dinlenmek ve yenilenmek için düzenli uykuya ihtiyaç duyuyorsa ruhumuzun da tamiratı için can sıkıntısına ihtiyaç duyduğumuzu düşündüm. Kaliteli olmasa ve bazı sorunlar yaşasam da her gün uyuyorum fakat en son ne zaman yapacak bir şey bulamadığım için canım sıkıldı hatırlamıyorum. Tüm hor kullanmama rağmen zaman zaman bedenimin isteklerine cevap vermeye çalışıyorum veya o beni buna mecbur ediyor. Buna karşılık ruhuma gösterdiğim özen bu mertebede bile değil sanırım.

Canımızın sıkılmasına izin vermeyen durumun multi-tasking olduğunu söylüyor yazar. Dolayısı ile ruhumuzun rahatlamasına engel olanın da bu olduğunu. Yakın zamanda bitirdiğim Çalınan Dikkat kitabında da bununla uyumlu bölümler vardı. Şu an bile kendime bu işkenceyi yapıyorum. Oğlumu yüzme kursuna getirdim ve onu beklerken bu blog yazısı ile kendimi meşgul ederek sıkılma hakkımı kendi kendime elimden alıyorum. 

Yazar günümüzdeki insanları savaş sonrasında toplama kamplarından çıkan kişilere benzetiyor. Günümüz toplumundaki ortalama bir kişinin dünya tarihinde en ciddi acıları yaşamış kişiler ile aynı cümle içinde geçebilmesi bile ne kadar vahim bir durumda olduğumuzu anlatmaya yetecek olsa da, yazar yaşanan hissizlik açısından ne kadar benzer durumda olduğumuzu hatırlatarak bunu bir kez daha vurguluyor. Bu çöküşün ve tükenmişliğin bir diğer açık belirtisinin de her dürtü ve uyarana anında tepki vermek olduğunu söylüyor. Semptomlar bunlar olduğuna göre teşhisi koymak aşikar duruyor.

Kitapta bahsedildiği ve kendimde de gözlemleyebildiğim gibi anlatılan durum içsel kaynaklı olduğu için kendimi sömürmeye ve tüketmeye dur diyebilmek, hatta durmasını isteyebilmek mümkün mü emin değilim.

Chris Botti Konseri’nin Ardından

Hayatımda dinlediğim en iyi konsere bu akşam katıldım. Eve geldiğimde hissettiklerimi not etmek istedim. Etkinlik çıkışlarında dönüş yolunda hep birşeyler dinlerim ama bu sefer konserin kafamda biraz daha devam etmesini istedim ve sadece sürdüm.

Konseri bir caz quartete eşlik eden senfoni orkestrası ve dört konuk müzisyenden oluşuyor şeklinde tanımlayabilirim. Fakat senfoni orkestrasını da beşinci konuk gibi de düşünebiliriz.

Kemanın bulunduğu bölümlerde senfoni orkestrası ile birlikte konçerto ve cazın füzyonü tadı aldım. Büyük bir orkestranın katkısı ile keman bölümü çok görkemli bitiriş yaptı. Bu boyutta bir orkestra olmadan o kısım aynı coşkuyu oluşturabilir mi diye aklıma takıldı.

Caz müzikte en beğendiğim enstrüman sanırım saksafon ve bu akşam çok yetenekli bir saksafon müzisyenini dinledim. Hem solo kısımları hem de diğer sanatçılarla etkileşimi etkileyiciydi. Chris Botti’nin de bir pirinç enstrüman virtüözü olması sanırım saksafon için bu yeteneği ekibine dahil etmesinde etkili olmuştur.

Konser boyuncu diğerlerine kıyasla en zayıf kalan enstrüman bence piyano oldu. Fakat, davul enfes müziğinin yanına kattığı akrobasisi ve gösterisi ile olası tüm eksikleri kapattı diye düşünüyorum. Vokal ve kontrbasın düet yaptığı bölümde aklıma Devlet Tiyatrolar’ının Kontrabas oyununda kontrbas sanatçısının enstrümanına en uyumlu sesin mezzo-soprano olduğunu söylemesi geldi. Caz gruplarında her daim biraz arkadan kalan kontrbas mezzo ile birlikte olduğu kısımda parladı.

Konserin sonu o kadar yüksek bitti ki ilk kez bir konserde bis yapılmasın istedim. Çünkü, ne çalınsa artık o seviyenin altında kalacaktı. Sanırım ekipte bu durumun farkında ki alkışları karşılıksız bırakmadan ama çok da uzatmadan performansı tamamladılar. İyi ki katıldım dediğim bir konser oldu, umarım bu seviyede etkinlikler daha sık olur ve ben de dinleme fırsatı yakalarım.

Cephede Pikinik’in Ardından

Cumhuriyet Bayramı’nda bu absürt oyunu Oda Tiyatrosu’nda izleme fırsatı buldum. Yolların kapalı olması sebebiyle arabayı Bahçelievler’de metro otoparkına bırakıp metro ile Ulus’a gittik. Oyun, türü gereği, alışılmışın dışında bir düzene sahip. Oyunculuklar beni tatmin etti, fakat hikayenin kendisi benim açımdan bir adım daha geride kaldı.

Savaşlarda bireysel olarak en çok etkilenenlerin, durumun oluşmasında ve gidişatında etkisinin hiç olmaması beni derinden etkiliyor. Kendim de onlardan birisi olduğum için sanırım bu böyle. Toplumun en alt, en çok bireyin bulunduğu bu tabakasının maalesef her ferdi bu trajik gerçekliğin farkında değil sanırım. Belki yazar da bunu bir şekilde değiştirebilme ümidiyle bu eseri oluşturdu. Fakat hikayenin sonu itibariyle, belki o da denemesinin olumlu sonuçlanacağına dair yeterli umuda sahip değil diyebiliriz.

Savaşı yaşamamışların aklındaki, savaşın basitliği ve zararsızlığı savaşları mümkün kılıyor olabilir. Ben de, çok şükür, hayatımda bizzat bir savaş deneyimi yaşamadım ve umarım da yaşamam. Lakin hem sanat eserleri hem de bir dönem mesleki tecrübelerim marifeti ile ,vahametini tüm gerçekliği ile bilemesem de, zatından dehşet ile kaçınılması gerektiğini anlayacak tahayyüle sahibim. Yazarın da hikayesine bu vurgu ile başlaması beni etkiledi.

Tarafların birbirinden farklarının olmaması savaşın çelişkilerinden birisi. Bunu anlamak maalesef çok kolay değil ki hala savaşlar mevcut. Bu hususu her düşündüğümde aklıma Avrupa Birliği gelir. İkinci harp sonucunda çok fazla bedel ödeyerek de olsa bunu kısmen anlamış olmaları ben de bir umut doğurmakla birlikte, öğrenilenin sınırlı bir coğrafyada kalmasının ödenen bedele nispetle edinilen kazanımın yetersiz kaldığını gösteriyor. Bir de bunun üzerine çıkarılan derslerin kalıcı olmaması, nesiller ilerledikçe irfanın silikleşmesi eklenince ümitsizliğe kapılmamak mümkün mü?

Enfokrasi’nin Ardından

Byung-Chul Han’ın okuduğum ilk kitabı bu. Bitirdikten sonra yazarın birkaç kitabını daha aldım. Günümüzdeki toplum dinamiklerine özgün bir bakışı olduğu kanaatindeyim. Lise yıllarında sosyolog olmak istemiş fakat şu an veri bilimcisi olarak hayatını kazanan birisi için ilgi çekici bir kitap ve yazar.

Yazarın Yorgunluk Toplumu kitabında da benzer düşüncesi aklımda kalmıştı, bir önceki toplum çeşidi olan disiplin toplumunda dış bir etki ile görünür, bilinir olmaya zorlanan kişi, günümüzde, enformasyon toplumunda, iç motivasyonu ile kendi isteğiyle bunu yapmakta. Bu yazdıklarım bile buna bir örnek aslında. Okuduğum kitabın içimde uyandırdığı hisleri ve düşünceleri bir zorlama olmadan veya bir karşılık beklemeden herkes tarafından görülebilecek şekilde paylaşmak arzusundayım. Tabi bu durumun ne kadar gerçekten kendi düşüncem olduğundan emin değilim. Genel olarak yazar da benzer kanaatte diye zannediyorum. İçinde bulunduğumuz toplumun dinamiklerinin, aldığım eğitimin, maruz kaldığım iliskilerin, yayınların, reklamların etkisi ile artık bunları kendi arzum olarak görüyor da olabilirim.

Görünür olma konusunda yazarın şeffaf cam mimarisi ile dikkat çeken Apple mağazaları ile Kabe’yi karşılaştırması da ilgimi çeken noktalardan. Eski öğretilerdeki kendini ifşa etmenin hoşgörülmemesi durumundan günümüzdeki noktaya gelişimiz yazarın da dediği gibi birbirine zıt görünüyor.

Kitapta da bahsedildiği gibi yeterli veri ile sistemlerin bizi kendimizden daha iyi tanıyor olması bana çok korkutucu geliyor. Doğrudan bir konu ile ilgili verilerimi paylaşmamış dahi olsam benimle ilgili diğer veriler marifeti ile hakkımda yüksek doğrulukta bilgi oluşturmak mümkün. Bunun günümüzde yaşayan birçok insan için geçerli olması insanların istenildiği gibi manipüle edilebilmesini mümkün kılıyor. Bu durum aslında zaten bildiğim ama kitap sayesinde tekrar hatırladığım bir gerçek oldu.

Son olarak da verinin yalnız başına bir kıymet ifade etmemesi, ancak onun bir bağlam içerisinde hikayleştirildikten sonra etkin olması hususunu not etmek istiyorum. Yazar bunu kitleler üzerinden komplo teorileri ile anlatmış. İlgili kısmı okuduğumda benim aklıma da iş hayatımda tecrübe ettiklerim geldi. Verileri az bir görselleştirme ile ilgilisinin karşısına çıkarmak, istediğiniz etkiyi almanız için kafi gelmiyor. Gösterdiklerinizin üzerine akılda kalıcı bir hikaye anlatabildiğinizde ise beklentinizin ötesinde sonuçlar elde etmeniz mümkün.

Son Gece Mahallesi’nin Ardından

Çarşamba günü çalışmak için ofise gittim. Evden çıkmayı fırsata çevirip akşamı da tiyatro ile değerlendirmek istedim. Cüneyt Gökçer sahnesindeki oyun öncesinde salon etrafında ufak bir yürüyüş yapıp güzel havadan istifade ederken, yaklaşık bir buçuk saat sürecek oturma sürecine de hazırlık yapmış oldum.

Sade bir dekora sahip olan oyun başlamadan öncede anlatıcı rolündeki oyuncu seyirciler arasında dolaşıp insanlarla sohbet ediyordu. Oyun saati geldiğinde ışıkların kapanmasını beklemeden sahneye çıkıp oyuna giriş yaptı. Daha önce de belirttiğim gibi resmi oyun saati başlamadan önce seyirci ile iletişim kuran oyunlar çok hoşuma gidiyor, küçük farklılıklar sebebini bilemediğim bir keyif ile dolduruyor içimi. 

Başta Şaziye karakteri olmak üzere oyuncuların kabiliyetlerini parlatabilecekleri ve bunu başardıkları bir eserdi. Tek perde için bence uzun bir süre olmasına karşın hiç heyecanım düşmeden takip ettim oyunu. Hayattaki çelişkileri ortaya koyan, insanların hayatlarının bir anda nasıl da sert şekilde değişebileceğini anlatan oyunlar hayli ilgimi çekiyor. Oyun bunu yaparken sahne ve ışık tasarımı ile de sanatsal dokunuşlar barındırıyorsa değmeyin keyfime.

Gördüğünüz bir yanlışı her zaman engelleyebilir misiniz? Mesela çocuğuna yanlış davranan bir ebeveyni uyarabilir misiniz? İnsan arada kalır. Bilirsin yapılmaması gerektiğini ama engel olmamak kolay olandır. Engel olmanın bir bedeli vardır veya ihtimali. O ihtimali ne zaman göze alırız? Korkup eylemsiz kaldığımızda vicdan azabı çeker miyiz? Bence genellikle hayır, hatta tahmin ettiğinizden daha yüksektir bence bu oran. Ekseriyetle farkına bile varmayız eylemsizliğimizin sonucunun. Ancak düşününce, etraflıca ama, neler sebep olduğunu analiz edebiliriz. Bir de rollerin değiştiği durum vardır. Biz mağdur olduğumuzda görenlerin tepkisizliğine karşı ne hissederiz? Kin, nefret, öfke, şaşkınlık, iğrenme, anlayış, bunlardan biri, birkaçı veya haricinde duygular olabilir. Vakit geçtikçe de değişir hislerimiz, düşüncelerimiz. Olay demini aldıkça evrimleşir duygular da, ancak hayatta kalabildiyseniz. Bu eserde başkalarına karşı uygulandı şiddet, kendi üstüne dönme ihtimali de vardı.

Dogville’in Ardından

Bu akşam Akün Sahnesi’nde Dogville oyununu izledim. Kalabalık bir ekibin oynadığı, sahneye koyma adına güzel dokunuşlar yapılmış detayların olduğu bir oyundu. Oyunda bir seyirci koltuğunun da kullanılması sebebiyle diğer sahnelerde nasıl oynanacağını merak ediyorum. Oyuncuların izleyicilerle geçişkenliğinin olması bana sebebini anlayamadığım bir keyif veriyor. Benzer durumu 12 Öfkeli’de neredeyse sahne içinde diyebileceğim bir şekilde oturduğumda da hissetmiştim. Ayrıca, seyirciler koltuklarına yerleşirken sahnede ufak hareketlerin olduğu oyunlar da, İzafiyet ve Toplu Hikayeler’de olduğu gibi, aklımda hoş hatıralar bırakıyor.

Yaşadığım çevreden farklı kanaatlere sahip olduğum zamanlar oldu. Tecrübesizken bunları dile getirdiğim de oldu. Sonra öğrendim. Anlaşılacak şekilde ifade etmemek gerektiğini öğrendim. Söylememek gerektiğini değil veya ifade etmemek de değil. İçinizde tutmak mümkün değil sanırım veya ben beceremedim, beceremiyorum. Bir yere kadar tutabiliyorum, bir zamana kadar. Biriken basıncı içinde tutmak kolay değil, ama fütursuzca dışarı vurmak da sürdürülebilir değil. Bu sebeple bir şekilde boşaltılmalı biriken. Ama usulca. Bu dediklerim benim gibi güçsüzler için geçerli sadece. Gücünüz varsa fütursuz olabilirsiniz, olmak istersiniz belki de olmalısınız. Ama ben olamam, şimdi de olamıyorum ve sanırım hiçbir zaman olamayacağım. Olamayacaksan herhangi bir şeyin anlamı var mı? Olabilseydim anlamı olur muydu? Bilmiyorum, fakat düşünüyorum.

Bir ara mutluydum. Yani sanırım öyleydim. Mutlu değilsem bile şimdiki kadar rahatsız değildim. Tekrar öyle olmak mümkün görünmüyor bana. Bir sebep, amaç bulabiliyordum kendime ve görevini yapmış bir insanın huzurunu, mutluluğunu veya hangi hisse o his onu hissedebiliyordum. Şimdi ise öyle değil. Bu huzursuzluk tahammülümü de tüketiyor, yok ediyor. Merhametsiz kılıyor beni. Hissedemiyorum. Sebepsiz acı çektirildiyseniz, işkence edildiyseniz oluyor sanırım veya sadece üst üste geldiği için öyle düşündüm. Grace’inki de mi tesadüf? 

Oyunun bittiği yere kadar olanı iyi kötü ben de biliyordum. Sonrasını çok merak ediyorum. Grace sonra ne yaptı? Bir günü nasıl geçti? Sabah ne yapmak için yataktan kalktı? Peki miras kalan iktidarı olmasa ne yapardı? Veya oyun bir başka şekilde aksaydı ve bir gün başka bir Grace bulup onu umursamadan salsalardı ne yapardı?

Roma Hamamı’nın Ardından

Okulların ara tatilinde annem ve kardeşim bize geldiler. Tiyatro izlemeyi sevdikleri için birlikte İrfan Şahinbaş Sahnesi’ndeki tek perdelik oyuna gittik. Oyunun adı ve afişi oyunun Roma döneminde geçeceği izlenimini vermişti fakat öyle olmadı. Stüdyo Sahne küçük olması ve koltukların sıralanışı ile nerede oturduğunuzdan bağımsız olarak çok iyi bir görüş imkanı sunduğu için bana çekici geliyor. Ek olarak, araçla gelecekler için rahat otoparkı aracı olmayanlar için Opera’dan servisi ile de ulaşımda kolaylıklar sunuyor.

Birey mi toplum mu öncelenmelidir sorusunun şu an bende de cevabı yazar gibi çok net. Fakat bir dönemler arada kaldığımı, bugünkü kadar kesin bir cevaba sahip olmadığımı hatırlıyorum. Demek ki ben de kimi durumlarda toplumun menfaati adına bir takım kişisel haklardan vazgeçilebileceğini düşünmüşüm. Bu durum insanları sevmekten kaynak  buluyormuş gibi dursa da, sanırım biraz da en doğrusunu bildiğini sanmak yanılgısını ihtiva ediyor. Birey kendiniz değilseniz toplumun menfaatlerini önde tutmak daha kolaydır. Fakat kendi zararınıza olacak şekilde toplumun faydasını önceleyebilir misiniz? Hele bu çağda, bireyselliğin son derece ilerlediği bir dönemde, bu mümkün müdür? Zannediyorum ki çok küçük bir azınlık haricinde insanlar kendi çıkarlarından vazgeçmiyorlar, belki de vazgeçemezler. Menfaatinden öncelemiyormuş gibi görünen birçok kişinin ajandasında daha büyük bir faydanın olduğunu zannediyorum. Toplumun huzuru ancak bireylerin temel haklarından vazgeçilmedikçe temin edilebilir. Yoksa kişinin hakları toplumun faydasının neyde olduğunu belirleyen kişiler tarafından çiğnenebilir. Zannediyorum ki Evrensel Beyanname’nin önemi de burdan kaynaklanmaktadır. Fakat populizmin pratikleri ile insanın hayatta kalma içgüdüsüne oynayarak bu uzlaşıyı unutturmak mümkündür.