İşyerinden arkadaşların kurduğu kitap kulübüne ben de katıldım. İlk kitabımız bu sene (2023) Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Jon Fosse’nin Sabahtan Akşama isimli novellasıydı. Kitabı öncelikle Storytel’den dinledim. Sonrasında da okudum. Kitabın bende en dikkat çekici kısmı cümlelerin nokta kullanılmadan uzun ve soluksuz devam etmesiydi. Hayatta sıkça rastladığım ve rahatsız olduğum bir durumdur soluksuz devam etmesi. Bazen bir mola ihtiyaç duyarsınız fakat maalesef mola yoktur. Hiçbir zaman dinlenmenize, nefes alıp tekrar yola devam etmenize izin vermez. Kitabın o aralıksız akışı da okunmasının zor olması ile bana hayatı anımsattı. Başınızdan zorlu bir olay geçtiyse muhtemelen siz de bir sonraki adımınızı atmak için biraz dinlenmeye ihtiyaç duymuşsunuzdur, fakat hayat size bu fırsatı vermemiştir ve vermeyecektir.
En çok molaya ihtiyaç duyduğumda kaybedecek zamanım yoktu. Hem ilerlemeli, hem de kendimi tedavi etmeliydim. Atlamam gereken engeli geçmek için fırsatın hangi an karşıma çıkacağını bilmiyordum ve geçiş kapısını bulana dek her kapının ardına bakmam gerekiyordu. Kurtuluş, kontrol edemediğim kapılardın birisinin ardında olabilirdi ve ben dinlenirken o kapı bir daha açılmamacasına mühürlenebilirdi. Bu sebeple ne kadar yorgun, bitkin ve yaralı da olsam fasılasız kapıları zorlamam gerekiyordu. Yaralarımı ancak doğru kapıyı bulduktan sonra, daha düzenli ve tanıdık yolda seyahatime devam ederken iyileştirecektim. Bir şekilde bu stratejim işe yaradı ve zor da olsa o en sancılı süreci, kelimenin gerçek anlamıyla, ölmeden atlatabildim. Hala iyileşmek için zamana ihtiyacım var ve biliyorum ki hayat bana o zamanı vermeyecek.
Bu yıl 29 Ekim herkeste daha yüksek bir heyecan uyandırdı. Cumhuriyet ilan edileli 100 yıl oldu. Kutlamalar, törenler önceki yıllardan daha coşkuluydu. Ben de bu kutlamalardan ikisine katılma fırsatı yakaladım, CSO’nun ve ADOB’un Cumhuriyet Bayramı Konserleri.
CSO’nun konserine 27 Ekim akşamı eşimle birlikte katıldım. Program tamamen marşlardan oluşmaktaydı. Konserde, sahnede bulunan iki koroya, seyirci koltuklarından eşlik eden amatör koroların da katılımı ile birlikte yaklaşık 900 kişilik büyük bir koro vardı. Konser programında söylenecek marşların sözlerinin de yazılması ile izleyicilerin de koroya dahil olması sağlandı. Yaklaşık bir buçuk saatlik program boyunca coşkulu marşlar söyleyerek bayramı kutladık. Bu konserde en çok Vatan Marşı’nı ve İzmir Marşı’nı beğendim. İzmir Marşı çok güzel bir düzenleme ile fakat hafif tempoda söylendi. En azından kapanışta yüksek tempo ile coşkulu bitirilebilirdi diye düşündüm. Nitekim, Opera Sahnesi’ndeki konser bu şekilde bitti.
29 Ekim akşamı sahnelenen konser ise bünyesinde bale ve opera sanatçılarını da barındırmasının avantajı ile dans ve teatral unsurları da içererek daha sarmalayıcı kurgulanmıştı. Seyirciler, temsilin gerçekleştirildiği mekanın dönemin mimarisinin önemli eserlerinden birisi olması yanında, fuaye tasarımı ile de daha salona girmeden başlayan bir deneyim yaşadı. Konserde ilk Cihan Harbi’nin neticesi ile başlayan, Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı ile devam edip Modern Cumhuriyet ile günümüze kadar uzanan Türkiye’nin hikayesi müzik ve şiirsel anlatımlarla iç içe şekilde aktarıldı. Program boyunca solistlerin Tosca ve Carmen operalarından söyledikleri parçalar müzikal olarak en keyif aldığım kısımlar olurken, Çanakkale Türküsü hüznü ve acıyı, İzmir Marşı ise coşkuyu ve kıvancı en yoğun yaşadığım eserler oldu. Çanakkale Türküsü’nün icrası esnasında her iki yanımda ve arkamda bulunan kişiler ağlarken benim de gözlerim doldu. İnanıyorum ki Türkçe bilmeyen bir kişi dahi o eseri dinleseydi yaşanan acıları bedeninde ve yüreğinde hissederdi.
İzledim diğer bir çok konserde olduğu gibi bu iki konserde de maalesef seyircimiz sahnelenen sanata yakışan düzeyi gösteremedi. Eserlerin icrası esnasında sohbet eden çok sayıda kişi vardı. Buna ek olarak, son konserde arka sıramda bayram coşkusunu evladına da yaşatmak isteyen bir anne vardı. Fakat yavrusu yaşı itibari ile bu düzeyde ve sürede bir temsili, anlamak bir yana dursun izleyebilecek seviyede dahi değildi. Zavallı yavrucak, programın üçte ikilik kısmından sonra her eser arasında “Umarım bu son şarkıdır.” diye mızmızlandı. İkili arasındaki konuşmaların zirve noktası ise; ilgili annenin, aryaların seslendirildiği anlarda üst yazının her değişimini fırsat bilerek “Şimdi ne yazıyor?” diye coşan çocuğuna ,ancak bir annenin gösterebileceği ilahi bir sabırla, çevirileri okumasıydı.
Özet olarak, bu özel bayramda böyle tarihi organizasyonları seyredebildiğim için kendimi müthiş şanslı hissediyorum. Muhakkak ki, sahnelenen programlar yakın coğrafyamız içinde türünün nadide örnekleridir. Fakat, içinde bulunduğumuz günün bendeki anlamı o kadar yüceydi ki organizasyonların sanatsal ve prodüksiyon ile ilgili yönlerine ancak bu kadar değinebildim. Sadece o ortamlarda bulunmak dahi hayatımın sonuna kadar mutlulukla yad edip, özenle anlatacağım bir hatıra kazandırdı.
Hafta içi olmasına rağmen bu farklı konseri kaçırmak istemedim. Konseri dinlemek için beni motive eden birkaç başlık vardı. Bunlardan ilki, bu büyüklükte yabancı bir orkestra, tabir yerinde ise, ayağıma kadar gelmişti. Buna ek olarak, Rusya klasik müzikte ekol ülkelerden birisi ve misafir orkestra da bu ülkenin en prestijli organizasyonlarından birisi. Çalınacak eser ile icracı topluluğun ilişkisi de beni heyecanlandıran bir başka nokta oldu. Konserde Şostakoviç’in Leningrad senfonisi çalındı. Bir şehrin işgalden kurtuluş mücadelesini anlatan bu eseri o şehrin orkestrasından dinlemek konsere ayrı bir hikaye katıyordu. Son olarak ise konseri şef Valery Gergiev’in yönetecek olması da benim için konseri ilginç hale getiren konulardan birisiydi. Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında Münih Filarmoni Orkestrası’ndan kovulması ve önemli festival ve salonlardaki performanslarının düzenleyiciler tarafından iptal edilmesi ile gündeme gelen meşhur şefin yönetimine şahitlik etmek istedim.
Biletleri günler öncesinden tükenen konserin, bir çoğunun Rus olduğunu düşündüğüm önemli sayıda yabancı dinleyicisi de vardı. Kalabalık seyirciye mukabil icracı sanatçılar da bir hayli çoktu. Tam sayıyı bilmemekle birlikte, zannediyorum ki elli kadarı yaylı olmak üzere yüzün üzerinde enstrümandan oluşan bir orkestrayı dinledik. Yaklaşık yetmiş beş dakika kadar süren eserin ilk kısmında kimi zaman yüksek, sonunda ise daha zayıf çalan melodi aklımda en çok kalan yer oldu. Arasız uzun olan eserleri dinlemek benim için biraz güç oluyor. Özellikle kırkıncı dakikadan sonra düşük tempolu kısımlar varsa konsantrasyonumu kaybetmeye başlıyorum. Leningrad’da da benzer durumla karşılaştım. Sonuç olarak dinlemekten keyif aldığım güzel bir konseri daha geride bırakmış oldum.
Başkent Kültür Yolu Festivali kapsamında sahnelenen konser hakkındaki fikirlerimi ve hissettiklerimi paylaşmak istiyorum. Eser geçtiğimiz yıl düzenlenen festivalde de açılış gününde seslendirilmiş idi ve o performansa maalesef ben katılamamıştım. Bu sene de aynı eserin sahneleneceğini gördüğümde hemen bilet aldım. Klasikleşmiş, popüler olmuş bu eseri canlı olarak dinlemek istiyordum. Özellikle koro veya solist vokal performansı olan klasik müzik eserleri bende daha yüksek bir dinleme isteği uyandırıyor. İnsan sesini herhangi bir araçtan geçmeden doğrudan dinlemek hoşuma gidiyor. Belki de bu sebeple operaları daha çok seviyorum. Aynı durum enstrümanlar için de geçerli aslında, herhangi bir elektronikle etkileşime girmeden enstrümanları çıplak sesleri ile dinlemek daha keyif verici.
Konserde tabii ki haber programlarından alışık olduğumuz o fortuna bölümü herkes gibi benim de en beğendiğim kısım oldu. Buna karşılık, dinleyicilerin büyük bölümünden ayrılıdığım bir nokta eserin yavaş kısımlarının da benim için ilgi çekici olması. Seyircilerin ekserisinin düşük tempolu bölümleri heyecan verici bulmadığını düşünmeme sebep olan temelde iki done var. İlki bölüm aralarında heyecana gelip alkışlayan kişiler çoklukla yüksek tempolu bölümlerden sonra kendilerini kontrol etmekte güçlük çekiyorlar. Buna mukabil, hüzünlü bölümlerin sonunda sanatçılara olan beğenisini göstermek adına kendini dizginleyemeyen bir tek kişi dahi olmuyor. İkinci gösterge ise seyircilerin bir kısmının alkışlarına hakim olmayı başardıkları bölümlerde öksürüklerine hakim olamaması.
Soprano Görkem Ezgi Yıldırım solistler arasında bana göre en etkileyici sese sahipti. Eserde tenora ayrılmış kısım kısaydı bu sebeple olumlu veya olumsuz bir hissiyatım olmadı. Lakin, bariton maalesef ,bana göre, konserin zayıf halkasıydı. Ayrıca birinci piyanodaki icracı da benim gibi bir amatörün dikkatini çekebilecek seviyede yüksek bir performans gösterdi.
Konser hakkında aklımda kalanları hem konserin üzerinden zaman geçtikten sonra hem de yazarken dahi araya günler girince böyle bölük pörçük not etmiş olayım. Son söz olarak Carmina Burana fırsat yakalayanların bir kez olsun dinlemelerini önereceğim klasikleşmiş bir eser. Bu konserde orjinaline uygun olarak yaylı ve nefesliler olmadan sadece piyano ve ritim ekibi ile icra edildi. Bir kez de diğer unsurların da bulunduğu bir versiyonunu dinlemek isterim.
21 Aralık 2022 akşamı, İrfan Şahinbaş Sahnesi’nde 12 Öfkeli oyununu izleme fırsatı yakaladım. Çok keyif aldığım bir oyun oldu. Oyuna iş yerinden arkadaşımla gittim. Çok zor bilet alınan bir oyun olmasına rağmen, hafta içi olması sebebiyle, ben pek oyuna gitmek taraftarı değildim. Fakat arkadaşım, arabası olan başka kimseyi ikna edemediği için bir nevi gitmek zorunda kaldım, iyi ki de öyle olmuş.
Bilet alma ve gidiş serüveninden bu kadar bahsettikten sonra biraz da oyunun kendisi hakkındaki düşüncelerimi paylaşayım. 12 Öfkeli Adam ismiyile oyunun filmi de mevcut. Filmi izleyenler senaryonun ne kadar iyi olduğunu zaten biliyorlar. Hukuka ilgilenen herkesin, yani her insanın, en az bir kere, profesyonel olarak hukukla ilgilenen kişilerin ise yılda en az bir kere, film veya tiyatro olarak, hatırlaması gereken bir eser olduğu kanaatindeyim. Tiyatro oyunu olarak izlemek çok daha keyifli. Filmi izlemediyseniz önce oyuna gitmenizi tavsiye ederim. Eğer senaryoyu bilmeseydim çok daha heyecanla oyunu takip ederdim. ‘U’ şeklindeki oturma düzeni sayesinde fiziksel olarak, oylama yapılmasıyla da eylemsel olarak izleyicilerin oyunun içinde olması çok güzel düşünülmüş ayrıntılar. Benzer detaylar oyunun içinde oyuncular arasındaki etkileşimlerde de mevcut. Genellikle sahnenin ortasında odaklanmış şekilde devam eden oyunda, zaman zaman sahnede çeperlere doğru genişleyen, hatta taşan karakterler de hoş olmuş.
İrfan Şahinbaş sahnesi metro hattına yakın olmaması sebebi ile toplu taşıma ile ulaşımın kolay olmadığı bir yer, fakat geniş bahçesi sayesinde araç ile geliyorsanız otopark açısından rahat bir alana sahip. Salonun fuayesi biraz küçük ve ben gittiğimde maalesef burda da vestiyer çalışmıyordu. Hatta boş duran vestiyere paltomu kendim asmak istememe rağmen izin verilmedi. Diğer devlet tiyatrosu sahnelerinde de olduğu gibi granül kahve yerine filtre kahve satılması ise hoşuma gitti. Oyun öncesinde fuayede rejisör ile de tanışma fırsatı yakaladım.
Özet olarak, küçük bir sahnede oynanması, hemen her Ankara Devlet Tiyatroları oyunu gibi, çok fazla talep olması ve az tekrarlanan bir oyun olması sebepleri ile zor yer bulunan bir oyun olsa da bir fırsat yaratıp mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
As a customer, special promotions offered by companies makes me happy. Since companies are aware of that they try to know their customer better, learn more about them to define promotions suit well to them. On the other hand, as a customer I do not want to give my personal information to companies. Since the most of the citizens have similar intention about their personal information, there are regulations about that such as GDPR in EU Zone and KVKK in Turkey. Despite to two attitude of customers seems contradictory, the companies which consider customer is always right and work on to solve paradox will be the winner.
Ecological inference method is a promising solution alternative to the problem. The method tries to get individual level behavior from aggregated data. To solve problem several statistical approaches are offered. Since different individual behaviors can result in same aggregate data it is not possible to solve problem with exact results. In literature mostly problem is defined on voting behavior of different groups. Gary King has remarkable studies on topic and published several books and papers.
There is a library called PyEi is available on GitHub. It allows you to easily benefit from ecological inference method by python. There are several models for inference in the library, one can select most suitable for their need. Output of the inference is in the format of percentages. Then you can generate flowing values from referencing to your original data. My favorite visualisation technique to present ecological inference result is Sankey diagram. It clearly shows flowing amount from origin to destination.
I failed to find an open source data to use ecological inference in marketing context. I hope to share a tiny study about that when I discover a convenient open source data.
Doğan Cüceloğlu’nun bir çok kitabını okumuştum. Sanırım vefatından kısa bir süre önce yayınlanan son kitabı Var Mısın? oldu. Bu kitabını da yeni bitirdim. Öncelikle şunu not etmeliyim ki bir çok kitabını severek bitirdiğim ve ilgisini çekebileceğini düşündüğüm kişilere tavsiye ettiğim bir yazar Doğan Bey. Maalesef bu kitabını o kadar beğenmedim. Bana diğer kitaplarının özetiymiş gibi bir izlenim verdi. Kitabın söyleşi tarzında olması da beni bu düşünceye sevk eden sebeplerden birisi. İçinde bulunulan dönemde popülaritesi yükselen kişiler hazır dalgayı yakalamışken ünlerini yapabildikleri kadar paraya dönüştürmek istiyorlar diye düşünüyorum. Bu şekilde söyleyince kulağa çok sert, kaba ve rahatsız edici geliyor. Doğan Hoca’yı böyle itham etmek istemem, kaldı ki diğer kitaplarından tanıdığım kadarı ile kişiliği ve kitabın yayınlandığı tarih itibari ile yaşı münasebeti ile para ile arasında bahsettiğim biçimde bir ilişkisinin olması düşük ihtimal. Bu sebeple yukarıda söylediklerimi yayınevlerinin tüzel kişiliğine yıkıp, Doğan Bey’in de tecrübelerinden ve ürettiği değerden daha fazla insanı haberdar etme arzusunu bu yöntemle hayata geçirme fırsatı bulduğunu sanıyorum. Kitaplar, daha önce kitap dinlemek yazımda bahsettiğim gibi, konuşmadan farklı olarak anlatacağı derdi daha derli toplu ve destekleyici argümanları iyi kurgulanmış, hem içeriği hem aktarım şekli ile en az bir keç sefer gözden geçirilmiş olması ile podcastlerden üstün benim için. Söyleşi tarzındaki kitaplar ise bana gerçek bir kitaptan ziyade bir podcast’ın dökümünü okumak hissiyatı veriyor. Bunlara ek olarak bu kitabın sonundaki kitap, müzik ve film tavsiyelerinin bulunduğu kısım da hoşuma gitmedi. Sayıca fazla olması ve çoğunlukla herkesin bildiği klasikleşmiş eserlerden bahsedilmesi ben de olmamışlık hissi uyandırdı.
Yazının bundan önceki kısmını bir hafta önce yazmıştım ve yazarken aklımda, kitabında yeni bitmesi ile, birçok değinilecek konu bulunuyordu. Fakat araya zaman girince anlatmak istediklerimin zihnimden kaybolduğunu fark ediyorum. İnsan her yapmak istediğine yeterli ve uygun şekilde zaman bulamıyor. Özellikle hayatı yakından paylaştığınız birileri varsa bölünmemiş bir zaman dilimi ayırmak zor zanaat. Yine de bahanelere kapılıp pes etmek, motivasyon kaybetmek yok. Onun yerine, hayatımızdaki gerçeklerin farkında olup gereken planlama ve düzenlemeleri bunlara göre yönetmek gerekiyor.
Doğan hocanın bu kitabı sanki daha önce okuduğum kitaplarının özetlerinin birleştirilmesi gibi geldi bana. Bu sebeple daha önce Doğan Cüceloğlu kitabı okumadıysanız ve sadece bu adam nelerden bahsediyor diye merak ediyorsanız bu kitapla genel bir fikir edinebilirsiniz. Fakat, benim tavsiyem Doğan Bey’i bu kitabıyla tanımayın. Daha önce yazdıklarından okuyun derim. Daha odaklı, daha derinlemesine ve kitap olarak tasarlanıp yazılmış bir kitabını okuyun.
İlk senfoni konserimi üniversiteyi kazandığımda, oryantasyon kapsamında Bilkent Senfoni Orkestrası’ndan dinlemiştim. Sıkıcı olacağı düşüncesiyle ön yargılı olarak ama bir taraftan da içimde merakla gitmiştim konsere. Bildiğimiz manada bir konser değildi, senfoni nediri, nasıl dinleniri anlatan açıklamalı bir konserdi. O konser, benim klasik müziğe olan ön yargımı kırmaya yetti. Müptelası olmasam da ilk tanışıklığın ardından fırsat buldukça, yılda bir iki konser dinledim.
Benim onsekiz yaşında yakaladığım yüz yüze klasik müzikle tanışma fırsatını, oğlum beş yaşında yakaladı. 26 Aralık 2021 tarihinde ailecek Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın Senfonik Çalgılar Konseri’ni dinledik. Konser yeni inşa edilen binanın ana solununda idi. Konserin yanında bu güzel mimari eseri görmek ve deneyimlemek de ayrıca keyifliydi. Her gün görmeye alışık olduğumuz yapılardan ayrılan tasarımıyla orkestra binası, içine girdiğimde havamı değiştirdi. İçerde iki konser salonuna ek olarak, hediyelik eşya satış mağazası, müze ve kafe mevcut. Binanın altında kapalı otoparkı var, Cermodern’in önündeki açık otoparkı da kullanmak mümkün.
Konserin gerçekleştirildiği ana salonun içi de geniş ve etkileyiciydi. Konser belirtilen saatinden 15 dakika geç başladı, sanırım çocuklara yönelik bir konser olduğu için geç kalanların olabileceğini düşünerek böyle bir karar alınmış. Fakat, zamanında gelen çocukların da bekleme konusunda bir yetişkin kadar tahammül sahibi olamayacağı gözden kaçırılmış. Konserde Dore ve Mimi YouTube kanalındaki müzik aletleri için bestelenmiş şarkılar çalındı, söylendi. Müzisyenlerin ne kadar iyi olduklarını söylememe gerek yok sanırım. Tüm program çocukların ilgisini celbedebilecek etkileyicilikte tasarlanmış, en azından beş yaşındaki oğlum tüm programı sıkılmadan ve ilgiyle takip etti.
İnanıyorum ki bu konseri dinleyen çocuklardan ilerde iyi müzisyenler çıkacaktır. Outliers kitabından anladığım kadarıyla Ankara’dan önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde alışılmışın dışında başarıya sahip bir müzisyen çıkacaksa, onunla aynı salonda konser dinlemiş oldum. Bildiğim kadarıyla, bu konser serisi 2022 yılı içersinde çalınmaya devam edecek. Umarım sadece Ankara’da kalmaz ve diğer şehirlerimizde de çocuklar klasik müzikle tanışma fırsatı yaklarlar. Düzenleyenler bu ilk konserden dünya prömiyeri olarak bahsettiklerine göre bunu uluslararası sahaya da taşıma vizyonuna sahipler. Diğer ülkelerde böyle bir konser/etkinlik sahnelenmiş midir bilmiyorum ama 23 Nisan gibi çocuklara adanmış bayrama sahip topraklardan, sınırları aşacak çocuklar için hazırlanmış bir performans çıkması beni tekrar gururlandırır.
İlk kez bir John Steinbeck kitabı bitirdim. Gazap Üzümleri’ni orta okulun son sınıfında duymuştum ve o günden beri ismini bildiğim bir yazardı fakat okumak ancak şimdiye nasip oldu. Tüm kitap boyunca George’un neden Lennie ile birlikte olduğunu merak ettim. Ara ara tahminlerde bulundum ve hikayenin akışı tahminlerimin yanlış olduğunu bana gösterdi. Kitabın sonu bu merakımı çok sert giderdi. Kitapta kurgunun ve üslubun beni çok etkilediğini belirtmeliyim. George ve Lennie’nin önce kardeş olduklarını düşündüm, sonra Goerge’un Lennie’yi sadece güçlü olduğu ve ileride kuracakları çiftlikte ağır işleri yaptırabileceği bir iş makinesi olarak gördüğü için bırakmadığını sandım. Fakat kitabın sonunda ikisi de olmadığına öğrendim.
Kitaptaki yan karakterlerin davranışları ve geçmişleri de etkileyiciydi. Candy, Crooks, Curly ve Curly’nin karısı hayatta çoğumuzun en azından bir dönem hissettiğimiz duyguları bize hatırlatan karakterler. Bunların hikayeleri bana, herkesin hayata dair bir amaca ihtiyaç duyduğunu, sebepten azade canlı kalmaya devam etsek de anlam yükleyemediğimiz bir canlılığın sadece kararsız bir dinamik denge hali olduğunu düşündürdü. Aynı zaman ve mekanda bulunan insanların farklı geçmişlerden ve hikayelerden geldiğini, bu sebeple farklı beklenti ve hayallere sahip olmakla birlikte herkesin diğerlerini de kendisi gibi sanmasının o kadar sıradan olduğunu düşündüm. Nefes almak kadar sıradan ki, çoğu zaman bunun farkında değiliz. Pek çok defa sonu kendime kızmakla biten, insanların davranışlarından alınma halinde buluyorum kendimi. Bir kişinin yaptığı işi hatalı olarak nitelendiriyorum, hemen her defasında genel geçer kanaatler çerçevesinden bakıldığında da hatalı oluyor. Fakat her eylem, sebebiyle, arka planındaki koşullarıyla ele alınmalı aslında. Bu dediğim gerçekten mümkün mü ondan da emin değilim. Hayal olarak güzel, fakat hayata geçirilebilir bir talep midir bilemiyorum. Hal böyle olunca kızamıyor insan, sadece üzülüyor. Daha da kötüsü bir çözüm üretemiyor, amaçsızlaşıyor.
Konu kitabın anlattıklarından kopup farklı bir noktaya geldi ama benim bu “ardından” serimde yazmak istediklerimle örtüşüyor. Bu gönderileri oluştururken sadece kitap ve anlatılan hikayelere hakkında teknik notlar almak değildi amacım. O kitabın limanından ayrıldıktan sonra savrulduğum düşünce denizinde geçtiğim rotadan bahsetmek istiyorum. Rota bazen beklenen şekilde en kısa yoldan varılacak limana giderken, zaman zaman da varış noktası ile alakasız mekanlardan geçiyor. Bu yazıda da biraz ikincisine yakın oldu, en azından benim için daha keyifli oldu.
Bildiğim kadarıyla İnferis Mahfi Hoca’nın ilk polisiye romanı. Mahfi Eğilmez’i daha önce iktisat ile ilgili kitaplarıyla tanımıştım. Bu sefer de romanını okumak nasip oldu. En başta şunu belirtmeliyim ki Mahfi Hoca gibi insanları takip etmek hem yazdıkları sayesinde bilgilendiğim, hem de yeni içerikler üretmek için motivasyonumu artırdığı için hoşuma gidiyor.
Kendimden bir şeyler bulabildiğim kitaplar veya filmler, her insan gibi benim de hoşuma gidiyor. Ankara’da ve tarih olarak yakın zamanda geçtiği için İnferis gibi kitapları her daim kendime yakın hissediyorum ve okumaya daha yatkın oluyorum. Bunun tabi bir de olumsuz yönü var. Kitaplardaki coğrafya veya teknik başka konularla ilgili hatalar maalesef çok fazla gözüme çarpıyor. Bu romanda da cinayeti soruşturan komiserin ofisinin karakolda olması ve kişiler arası konuşmaların günlük dilden çok uzak şekilde aktarılması gibi detaylar beni rahatsız etti. Fakat kitabın kahramanı Murat’ın şahsında mali inceleme yapan birisinin aklından geçenleri görmek hoşuma gitti. Burda Mahfi Hoca’nın maliye müfettişliğinden geliyor olmasının etkisi büyük. Kitap okurken hızla akıyor, fakat içinde bir kaç ters köşe bulunsa beni daha çok tatmin ederdi.