Category Archives: Kitap

Çalınan Dikkat’in Ardından

Günümüzde bir çoğumuz gibi ben de uzun süre odağımı bir konu üzerinde tutmakta zorlanıyorum. Odaklanmakta hala ortalamanın üzerinde bir yeteneğe sahip olduğumu düşünmekle birlikte eskiye göre performansımın daha kötü olduğu kanaatindeyim. Oğlumun odaklanma kabiliyetini de kendi beklentilerimin altında gözlemliyorum. Bu düşüncelerime içinde bulunduğumu sandığım telaş kültürünün (hustle culture) etkilerini de eklediğimde Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabını okumam gerektiğini düşündüm. Bunun üzerine kitap kulübümüzde de bir sonraki kitap olarak seçilmesi güzel bir tesadüf oldu.

Kitabı Türkçe çevirisinden okudum. Çeviri konusunda uzman bir kişi olmamakla birlikte İngilizce orjinalinden çevrilirken başlığında ufak değişiklikler yapıldığını farkettim. Bence İngilizceden birebir çevirmek daha uygun olurmuş. İngilizcesinde ana ve alt başlıklarda bulunan odak kelimesi ve dikkat kelimesi yer değiştirilerek kullanılmış. Buna ek olarak, alt başlıkta ikinci kişiden sorulan soru Türkçe’ye dönerken üçüncü çoğul kişi olmuş. Şayet kitabın adını ben çevirseydim, Çalınan Odak, Neden Dikkatini Veremiyorsun? şeklinde tercih ederdim.

Başlıkla ilgili bu notumu düştükten sonra kitapta okuduğum ve kendim de deneyimlediğim  odaklanmamı zorlaştıran etkenleri not etmek istiyorum. İlk olarak, yazar konu gitgellerinin (content switch) dikkatimizi olumsuz etkilediğini söylüyor. Bunun farklı şekillerde bizim odaklanma kabiliyetimizi zayıflattığını açıklıyor. Odaklanma kabiliyetinin azalmasının ölçümü geniş bir zamana yayılmış şekilde yapılması gerektiği için, kendi hayatımdaki gözlemlerim dikkatimize zararlı şeylerin bende uyandırdığı düşünce veya hisler üzerinden olacak. Gün içerisinde çalıştığım konunun çok kere ve hızlı değişiminin bendeki en önemli etkisi yorgunluk şeklinde tezahür ediyor. Çok uzun yıllardır kendi üzerimde farkettiğim bir etki bu. Bir gün içerisinde aralarında sürekli geçişler yaparak üç, dört konu ile ilgilendiğim günlerin sonunda kendimi zihinsel olarak aşırı yorulmuş buluyorum. Aynı miktarda işi sıralı olarak yaptığımda ise bu denli yorulmadığımı veya bir konu üzerine yoğunlaşmış şekilde daha uzun süre çalışmış olsam dahi zihnimin daha berrak olduğunu hissediyorum.

Hari’nin bahsettiği diğer etkenlerden birisi de akış halinde bulunamıyor olmamız. Bu kıvama gelmenin üç sebebi olduğundan bahsediyor yazar. Fakat ben daha ilk ayaktan yattığım için benim şimdilik ilgilendiğim adımı, net hedef koyabilmek. Hayatımın bu döneminde amaçsızca günlerim geçip gidiyor, bu sebeple bir şeyler yaparken neden yapıyorum bunu diye düşünüp vazgeçtiğim sıkça oluyor. Elbette tüm hayatım boyunca bu durumda değildim. Hatta hayatımın önemli bir kısmında akış halini sıklıkla deneyimledim. Hayatımda başarı olarak gördüğüm sonuçların da akış halinde geçirdiğim sürelerin ve çalışmaların meyvesi olarak değerlendiriyorum ve o dönemlere büyük hasret çekiyorum. Yazar hedef koymak ve hayatımızda bizim için neyin anlamlı olduğunu farketmemiz için de biraz yavaşlamaya ve o anlamı aramaya fırsat bulmamız gerektiğini söylüyor. Bugünkü çalışma temposunda bunun imkanının olmadığını da eklemeden geçmiyor. Günümüz dünyasında birçok insanın da işlerini veya işlerindeki pozisyonlarını kaybetme korkusu ile hayatlarını yavaşlatmayı ve bir süre için dahi olsa anlam arayışına fırsat veremediklerini söylüyor. Ben de bu dediklerini maalesef aynı şekilde yaşıyorum. Bir süre hayata ara versem döndüğümde buraları benzer durumda bulabilir miyim, bulsam bile kaldığım yerden devam edebilir miyim emin değilim. Bunların cevabı hayır olduğunda biyolojik işlerliğimi devam ettirmek için şimdiki kadar dahi motivasyon bulamama riskini alamıyorum. 

Fiziksel bitkinliğin de dikkat yeteneğimizi olumsuz etkilediğinden bahsediyor yazar. Özellikle uyku konusu benim dikkatimi çekti. Uykumu iyi aldığımda ben de gün içinde daha enerjik ve mutlu olduğumun farkındayım ve mümkün olduğunca uyku kalitemi yükseltmeye çalışıyorum. Fakat uyku meselesi bana biraz yumurta tavuk ilişkisi gibi geliyor. İyi uyuduğumda daha iyi hissediyorum ve kaliteli uyku için gerekenlere gün içerisinde dikkat edebiliyorum. Bu döngü bir yerde kırıldığı zaman oradan çıkmak maalesef benim içi güç. Hatırladığım kadarıyla, doktorayı bırakmadan önceki zamanlar hayatımda en yüksek yoğunlukla uyku problemi yaşadığım dönemdi. Bu işaretin neticesinde üzerime, hepsi kendi tercihimle olmasa da, aldığım yüklerden en kolay bırakabileceğim olan doktorayı bırakmayı tercih etmiştim ve devamına eklediğim birçok yaşam tarzı değişikliği ile uyku kalitemi daha makul bir seviyeye çıkarmıştım. Yakın dönemde en iyi uyku kalitesine ulaştığım dönemin Bilkent Cyberpark’ta çalıştığım zaman olduğunu düşünüyorum. Yatış ve kalkış saatlerimin düzenli olduğu, gün içerisinde makul bir hareketlilik yakaladığım ve kaygı seviyemin düşük olduğu bir dönem olduğunu hatırlıyorum. Demek ki bunlar benim için kaliteli uykunun temellerini oluşturuyor.

Yazar dikkat sorunlarının bireysel çabalarla bir noktaya kadar çözülebileceğini düşünüyor. Temel sorunun sistemsel olduğu kanaatinde. Bu söyledikleri Byung-Chul Han’ın kitaplarında söyledikleri ile tutarlılık gösteriyor. Ben de maalesef benzer kanaatteyim. Maalesef diyorum, çünkü ben yazarın aksine düzenin kendisinde kaynaklanan bu problemin çözülebileceğini zannetmiyorum. Yazar sorunun kişilerin bireysel yaşam tarzlarından kaynaklanıyormuş ve sorumlusu mağdurun kendisiymiş gibi açıklanmaya çalışıldığından da bahsediyor. Açıkçası, ilgili bölümü okuyana dek içimde durumun böyle olabileceğine dair ufak sezgiler mevcutsa da durumun idrakine ermeme kitabın vesile olduğunu söylemem daha doğru olur.

Kitap ve yazarın yaklaşımı hoşuma gitti, Kaybolan Bağlar kitabını da okumayı planlıyorum.

Yorgunluk Toplumu’nun Ardından

Enfokrasinin ardından Byung-Chul Han’ın Yorgunluk Toplumu eserini de okudum. Yazarın Enfokrasi’deki farklı ve ilgi çekici bakış açısının günümüzde toplumda görülen yorgunluk konusunda da ufuk açıcı olabileceğini düşündüğüm için bu kitabı okumak istedim. Kitap bittiğinde de aradığımı bulduğumu söyleyebilirim.

Enfokrasi’de olduğu gibi yazar günümüz toplumunun bir önceki disiplin toplumundan farklılaşması sonucunda olan değişimleri aktarıyor. Enfokarisi’de nasıl ki bir dış zorlama olmadan kendimizi dışarı ile paylaşıyorsak bu kitap çerçevesinde de disiplin toplumunun aksine bir dış zorlama olmadan kendimizi tüketecek tempoda çalıştığımızı belirtiyor. Bu yoğun çalışma ve içsel performans baskısı kendini sömürmenin sonucunda bitmez bir yorgunluk olarak kendini gösteriyor.

Kendimde de aynı durumu maalesef ki görebiliyorum. Sürekli daha fazla üretme ve daha performanslı olma baskısını kendi üzerimde tutuyorum. Bunun sonucu olarak da hiçbir zaman tatmin olmayan her daim kendimi mental ve fiziksel olarak daha fazla zorlar bir durumda bulunuyorum. Bu kadar zorlanan, zannediyorum ki, fiziksel veya biyolojik her sistemde olacağı gibi problemlerden de beklenmedik olmayan bir sonuç olarak kendimi kurtaramıyorum. 

Kitapta can sıkıntısı ile ilgili bölümde yazar can sıkıntısının insanın zihninin gevşemesi, rahatlaması olduğundan bahsediyor. Uykunun ise bedenin gevşemesi olduğunu söylüyor. Bu uyku ve can sıkıntısı benzetmesi neticesinde nasıl ki bedenimiz dinlenmek ve yenilenmek için düzenli uykuya ihtiyaç duyuyorsa ruhumuzun da tamiratı için can sıkıntısına ihtiyaç duyduğumuzu düşündüm. Kaliteli olmasa ve bazı sorunlar yaşasam da her gün uyuyorum fakat en son ne zaman yapacak bir şey bulamadığım için canım sıkıldı hatırlamıyorum. Tüm hor kullanmama rağmen zaman zaman bedenimin isteklerine cevap vermeye çalışıyorum veya o beni buna mecbur ediyor. Buna karşılık ruhuma gösterdiğim özen bu mertebede bile değil sanırım.

Canımızın sıkılmasına izin vermeyen durumun multi-tasking olduğunu söylüyor yazar. Dolayısı ile ruhumuzun rahatlamasına engel olanın da bu olduğunu. Yakın zamanda bitirdiğim Çalınan Dikkat kitabında da bununla uyumlu bölümler vardı. Şu an bile kendime bu işkenceyi yapıyorum. Oğlumu yüzme kursuna getirdim ve onu beklerken bu blog yazısı ile kendimi meşgul ederek sıkılma hakkımı kendi kendime elimden alıyorum. 

Yazar günümüzdeki insanları savaş sonrasında toplama kamplarından çıkan kişilere benzetiyor. Günümüz toplumundaki ortalama bir kişinin dünya tarihinde en ciddi acıları yaşamış kişiler ile aynı cümle içinde geçebilmesi bile ne kadar vahim bir durumda olduğumuzu anlatmaya yetecek olsa da, yazar yaşanan hissizlik açısından ne kadar benzer durumda olduğumuzu hatırlatarak bunu bir kez daha vurguluyor. Bu çöküşün ve tükenmişliğin bir diğer açık belirtisinin de her dürtü ve uyarana anında tepki vermek olduğunu söylüyor. Semptomlar bunlar olduğuna göre teşhisi koymak aşikar duruyor.

Kitapta bahsedildiği ve kendimde de gözlemleyebildiğim gibi anlatılan durum içsel kaynaklı olduğu için kendimi sömürmeye ve tüketmeye dur diyebilmek, hatta durmasını isteyebilmek mümkün mü emin değilim.

Enfokrasi’nin Ardından

Byung-Chul Han’ın okuduğum ilk kitabı bu. Bitirdikten sonra yazarın birkaç kitabını daha aldım. Günümüzdeki toplum dinamiklerine özgün bir bakışı olduğu kanaatindeyim. Lise yıllarında sosyolog olmak istemiş fakat şu an veri bilimcisi olarak hayatını kazanan birisi için ilgi çekici bir kitap ve yazar.

Yazarın Yorgunluk Toplumu kitabında da benzer düşüncesi aklımda kalmıştı, bir önceki toplum çeşidi olan disiplin toplumunda dış bir etki ile görünür, bilinir olmaya zorlanan kişi, günümüzde, enformasyon toplumunda, iç motivasyonu ile kendi isteğiyle bunu yapmakta. Bu yazdıklarım bile buna bir örnek aslında. Okuduğum kitabın içimde uyandırdığı hisleri ve düşünceleri bir zorlama olmadan veya bir karşılık beklemeden herkes tarafından görülebilecek şekilde paylaşmak arzusundayım. Tabi bu durumun ne kadar gerçekten kendi düşüncem olduğundan emin değilim. Genel olarak yazar da benzer kanaatte diye zannediyorum. İçinde bulunduğumuz toplumun dinamiklerinin, aldığım eğitimin, maruz kaldığım iliskilerin, yayınların, reklamların etkisi ile artık bunları kendi arzum olarak görüyor da olabilirim.

Görünür olma konusunda yazarın şeffaf cam mimarisi ile dikkat çeken Apple mağazaları ile Kabe’yi karşılaştırması da ilgimi çeken noktalardan. Eski öğretilerdeki kendini ifşa etmenin hoşgörülmemesi durumundan günümüzdeki noktaya gelişimiz yazarın da dediği gibi birbirine zıt görünüyor.

Kitapta da bahsedildiği gibi yeterli veri ile sistemlerin bizi kendimizden daha iyi tanıyor olması bana çok korkutucu geliyor. Doğrudan bir konu ile ilgili verilerimi paylaşmamış dahi olsam benimle ilgili diğer veriler marifeti ile hakkımda yüksek doğrulukta bilgi oluşturmak mümkün. Bunun günümüzde yaşayan birçok insan için geçerli olması insanların istenildiği gibi manipüle edilebilmesini mümkün kılıyor. Bu durum aslında zaten bildiğim ama kitap sayesinde tekrar hatırladığım bir gerçek oldu.

Son olarak da verinin yalnız başına bir kıymet ifade etmemesi, ancak onun bir bağlam içerisinde hikayleştirildikten sonra etkin olması hususunu not etmek istiyorum. Yazar bunu kitleler üzerinden komplo teorileri ile anlatmış. İlgili kısmı okuduğumda benim aklıma da iş hayatımda tecrübe ettiklerim geldi. Verileri az bir görselleştirme ile ilgilisinin karşısına çıkarmak, istediğiniz etkiyi almanız için kafi gelmiyor. Gösterdiklerinizin üzerine akılda kalıcı bir hikaye anlatabildiğinizde ise beklentinizin ötesinde sonuçlar elde etmeniz mümkün.

Sabahtan Akşama’nın Ardından

İşyerinden arkadaşların kurduğu kitap kulübüne ben de katıldım. İlk kitabımız bu sene (2023) Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Jon Fosse’nin Sabahtan Akşama isimli novellasıydı. Kitabı öncelikle Storytel’den dinledim. Sonrasında da okudum. Kitabın bende en dikkat çekici kısmı cümlelerin nokta kullanılmadan uzun ve soluksuz devam etmesiydi. Hayatta sıkça rastladığım ve rahatsız olduğum bir durumdur soluksuz devam etmesi. Bazen bir mola ihtiyaç duyarsınız fakat maalesef mola yoktur. Hiçbir zaman dinlenmenize, nefes alıp tekrar yola devam etmenize izin vermez. Kitabın o aralıksız akışı da okunmasının zor olması ile bana hayatı anımsattı. Başınızdan zorlu bir olay geçtiyse muhtemelen siz de bir sonraki adımınızı atmak için biraz dinlenmeye ihtiyaç duymuşsunuzdur, fakat hayat size bu fırsatı vermemiştir ve vermeyecektir.

En çok molaya ihtiyaç duyduğumda kaybedecek zamanım yoktu. Hem ilerlemeli, hem de kendimi tedavi etmeliydim. Atlamam gereken engeli geçmek için fırsatın hangi an karşıma çıkacağını bilmiyordum ve geçiş kapısını bulana dek her kapının ardına bakmam gerekiyordu. Kurtuluş, kontrol edemediğim kapılardın birisinin ardında olabilirdi ve ben dinlenirken o kapı bir daha açılmamacasına mühürlenebilirdi. Bu sebeple ne kadar yorgun, bitkin ve yaralı da olsam fasılasız kapıları zorlamam gerekiyordu. Yaralarımı ancak doğru kapıyı bulduktan sonra, daha düzenli ve tanıdık yolda seyahatime devam ederken iyileştirecektim. Bir şekilde bu stratejim işe yaradı ve zor da olsa o en sancılı süreci, kelimenin gerçek anlamıyla, ölmeden atlatabildim. Hala iyileşmek için zamana ihtiyacım var ve biliyorum ki hayat bana o zamanı vermeyecek.

Var Mısın’ın Ardından

Doğan Cüceloğlu’nun bir çok kitabını okumuştum. Sanırım vefatından kısa bir süre önce yayınlanan son kitabı Var Mısın? oldu. Bu kitabını da yeni bitirdim. Öncelikle şunu not etmeliyim ki bir çok kitabını severek bitirdiğim ve ilgisini çekebileceğini düşündüğüm kişilere tavsiye ettiğim bir yazar Doğan Bey. Maalesef bu kitabını o kadar beğenmedim. Bana diğer kitaplarının özetiymiş gibi bir izlenim verdi. Kitabın söyleşi tarzında olması da beni bu düşünceye sevk eden sebeplerden birisi. İçinde bulunulan dönemde popülaritesi yükselen kişiler hazır dalgayı yakalamışken ünlerini yapabildikleri kadar paraya dönüştürmek istiyorlar diye düşünüyorum. Bu şekilde söyleyince kulağa çok sert, kaba ve rahatsız edici geliyor. Doğan Hoca’yı böyle itham etmek istemem, kaldı ki diğer kitaplarından tanıdığım kadarı ile kişiliği ve kitabın yayınlandığı tarih itibari ile yaşı münasebeti ile para ile arasında bahsettiğim biçimde bir ilişkisinin olması düşük ihtimal. Bu sebeple yukarıda söylediklerimi yayınevlerinin tüzel kişiliğine yıkıp, Doğan Bey’in de tecrübelerinden ve ürettiği değerden daha fazla insanı haberdar etme arzusunu bu yöntemle hayata geçirme fırsatı bulduğunu sanıyorum. Kitaplar, daha önce kitap dinlemek yazımda bahsettiğim gibi, konuşmadan farklı olarak anlatacağı derdi daha derli toplu ve destekleyici argümanları iyi kurgulanmış, hem içeriği hem aktarım şekli ile en az bir keç sefer gözden geçirilmiş olması ile podcastlerden üstün benim için. Söyleşi tarzındaki kitaplar ise bana gerçek bir kitaptan ziyade bir podcast’ın dökümünü okumak hissiyatı veriyor. Bunlara ek olarak bu kitabın sonundaki kitap, müzik ve film tavsiyelerinin bulunduğu kısım da hoşuma gitmedi. Sayıca fazla olması ve çoğunlukla herkesin bildiği klasikleşmiş eserlerden bahsedilmesi ben de olmamışlık hissi uyandırdı.

Yazının bundan önceki kısmını bir hafta önce yazmıştım ve yazarken aklımda, kitabında yeni bitmesi ile, birçok değinilecek konu bulunuyordu. Fakat araya zaman girince anlatmak istediklerimin zihnimden kaybolduğunu fark ediyorum. İnsan her yapmak istediğine yeterli ve uygun şekilde zaman bulamıyor. Özellikle hayatı yakından paylaştığınız birileri varsa bölünmemiş bir zaman dilimi ayırmak zor zanaat. Yine de bahanelere kapılıp pes etmek, motivasyon kaybetmek yok. Onun yerine, hayatımızdaki gerçeklerin farkında olup gereken planlama ve düzenlemeleri bunlara göre yönetmek gerekiyor. 

Doğan hocanın bu kitabı sanki daha önce okuduğum kitaplarının özetlerinin birleştirilmesi gibi geldi bana. Bu sebeple daha önce Doğan Cüceloğlu kitabı okumadıysanız ve sadece bu adam nelerden bahsediyor diye merak ediyorsanız bu kitapla genel bir fikir edinebilirsiniz. Fakat, benim tavsiyem Doğan Bey’i bu kitabıyla tanımayın. Daha önce yazdıklarından okuyun derim. Daha odaklı, daha derinlemesine ve kitap olarak tasarlanıp yazılmış bir kitabını okuyun.

Fareler ve İnsanlar’ın Ardından

İlk kez bir John Steinbeck kitabı bitirdim. Gazap Üzümleri’ni orta okulun son sınıfında duymuştum ve o günden beri ismini bildiğim bir yazardı fakat okumak ancak şimdiye nasip oldu. Tüm kitap boyunca George’un neden Lennie ile birlikte olduğunu merak ettim. Ara ara tahminlerde bulundum ve hikayenin akışı tahminlerimin yanlış olduğunu bana gösterdi. Kitabın sonu bu merakımı çok sert giderdi. Kitapta kurgunun ve üslubun beni çok etkilediğini belirtmeliyim. George ve Lennie’nin önce kardeş olduklarını düşündüm, sonra Goerge’un Lennie’yi sadece güçlü olduğu ve ileride kuracakları çiftlikte ağır işleri yaptırabileceği bir iş makinesi olarak gördüğü için bırakmadığını sandım. Fakat kitabın sonunda ikisi de olmadığına öğrendim.  

Kitaptaki yan karakterlerin davranışları ve geçmişleri de etkileyiciydi. Candy, Crooks, Curly ve Curly’nin karısı hayatta çoğumuzun en azından bir dönem hissettiğimiz duyguları bize hatırlatan karakterler. Bunların hikayeleri bana, herkesin hayata dair bir amaca ihtiyaç duyduğunu, sebepten azade canlı kalmaya devam etsek de anlam yükleyemediğimiz bir canlılığın sadece kararsız bir dinamik denge hali olduğunu düşündürdü. Aynı zaman ve mekanda bulunan insanların farklı geçmişlerden ve hikayelerden geldiğini, bu sebeple farklı beklenti ve hayallere sahip olmakla birlikte herkesin diğerlerini de kendisi gibi sanmasının o kadar sıradan olduğunu düşündüm. Nefes almak kadar sıradan ki, çoğu zaman bunun farkında değiliz. Pek çok defa sonu kendime kızmakla biten, insanların davranışlarından alınma halinde buluyorum kendimi. Bir kişinin yaptığı işi hatalı olarak nitelendiriyorum, hemen her defasında genel geçer kanaatler çerçevesinden bakıldığında da hatalı oluyor. Fakat her eylem, sebebiyle, arka planındaki koşullarıyla ele alınmalı aslında. Bu dediğim gerçekten mümkün mü ondan da emin değilim. Hayal olarak güzel, fakat hayata geçirilebilir bir talep midir bilemiyorum. Hal böyle olunca kızamıyor insan, sadece üzülüyor. Daha da kötüsü bir çözüm üretemiyor, amaçsızlaşıyor.

Konu kitabın anlattıklarından kopup farklı bir noktaya geldi ama benim bu “ardından” serimde yazmak istediklerimle örtüşüyor. Bu gönderileri oluştururken sadece kitap ve anlatılan hikayelere hakkında teknik notlar almak değildi amacım. O kitabın limanından ayrıldıktan sonra savrulduğum düşünce denizinde geçtiğim rotadan bahsetmek istiyorum. Rota bazen beklenen şekilde en kısa yoldan varılacak limana giderken, zaman zaman da varış noktası ile alakasız mekanlardan geçiyor. Bu yazıda da biraz ikincisine yakın oldu, en azından benim için daha keyifli oldu.

İnferis’in Ardından

Bildiğim kadarıyla İnferis Mahfi Hoca’nın ilk polisiye romanı. Mahfi Eğilmez’i daha önce iktisat ile ilgili kitaplarıyla tanımıştım. Bu sefer de romanını okumak nasip oldu. En başta şunu belirtmeliyim ki Mahfi Hoca gibi insanları takip etmek hem yazdıkları sayesinde bilgilendiğim, hem de yeni içerikler üretmek için motivasyonumu artırdığı için hoşuma gidiyor.

Kendimden bir şeyler bulabildiğim kitaplar veya filmler, her insan gibi benim de hoşuma gidiyor. Ankara’da ve tarih olarak yakın zamanda geçtiği için İnferis gibi kitapları her daim kendime yakın hissediyorum ve okumaya daha yatkın oluyorum. Bunun tabi bir de olumsuz yönü var. Kitaplardaki coğrafya veya teknik başka konularla ilgili hatalar maalesef çok fazla gözüme çarpıyor. Bu romanda da cinayeti soruşturan komiserin ofisinin karakolda olması ve kişiler arası konuşmaların günlük dilden çok uzak şekilde aktarılması gibi detaylar beni rahatsız etti. Fakat kitabın kahramanı Murat’ın şahsında mali inceleme yapan birisinin aklından geçenleri görmek hoşuma gitti. Burda Mahfi Hoca’nın maliye müfettişliğinden geliyor olmasının etkisi büyük. Kitap okurken hızla akıyor, fakat içinde bir kaç ters köşe bulunsa beni daha çok tatmin ederdi.

Martin Eden’in Ardından

Jack London’ın Beyaz Diş’i en sevdiğim üç romandan birisi. London’ın Vahşetin Çağrısı, Denizin Çağrısı ve Tanrılar ve Köpekler kitaplarını da severek okumuştum. Geçtiğimiz günlerde de Martin Eden’i bitirdim. London’ın diğer kitapları gibi bunda da tutkuyu hissettim. Sanırım London kitaplarının en sevdiğim yönü bu. Belki de kendi hayatımda tutuku ile bağlanmak, delice peşinden koşmak istediğim bir şeyin hasretini çekmek bana London’ı sevdiriyor.

Martin’in kitaplara olan sevgisinde kendimden parçalar buldum. Hayatımı Martin gibi yazarak kazanma hedefim olmasa da, ben de bir kitabım yayınlansın isterim. İnsan bu dünyadan ayrıldıktan sonra arkada bir eseri bırakmak istiyor sanırım.

Kitap içersindeki ilişkiler ve hayallerine ulaştıktan sonra Martin’in davranışları benim için ilgi çekici ve düşündürücüydü. Maritin’in Ruth’a olan aşkı ve Ruth’un toplumsal normlardan başarısız kurtulma çabası bana maddi olarak daha yüksek standartlara sahip kişilerin konfor alanlarını terk etmelerinin zorluğunu tekrar düşündürdü. Aynı açıdan değilse de kendi hayatımda da konfora alışmanın ve maddi olarak bir noktaya geldikten sonra sert dönüşler yapmanın zorluğunu hissettiğimi hatırladım. Martin’in zengin olduktan sonra Joe ve Maria’yı unutmaması, buna ek olarak açacağı çamaşırcıda çalışma şartlarını Joe ile konuştuğu kısım yine beni üzerinde düşündüren yerlerdi. Kitabın o noktasına kadar tanıdığımız Martin öyle davranmalıydı, başka türlüsü büyük bir hayal kırıklığı olurdu benim için.

Kitabın sinemaya da uyarlandığını öğrendim, bulabilirsem onu da izlemek isterim, fakat küçük bir arayışla korsan siteleri hariç filmi bulamadım. O tarz sitelerden izlemeyi tercih etmiyorum, umarım Netflix veya iTunes gibi kanallarda daha zengin içerik olur da ben de üreticinin hakkını bir nebze de olsa vererek, daha önemlisi, korsan yayınları desteklemeden filmi izleyebilirim.

Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı’nın Ardından

Covey’in satış rekorları kıran kitabını ikinci kez bitirdim. İlki sanırım bundan 4 veya 5 yıl kadar önceydi. O zaman İngilizce’sinden okumuştum şimdi ise Türkçe dinledim. Kitabı tekrar etmemdeki en büyük motivasyon, ilk okuyuşumdan sonra bu 7 prensibi hayatıma uygulamaya çalışmam ve son prensip olan baltayı bilemem gerektiğini düşünmem. 

Öncelikle şunu söyleyebilirim ki, baltayı bilemek işe yaradı ve zamanında yapmaya başladığım fakat gün geçtikçe unutmaya yüz tutan bazı alışkanlıkları tekrar hayatıma katmak için motivasyonum yükseldi. Bunun yanında kitabı ikinci bitirişimde farkettiğim, baltayı bilemek ile ilgili kısımda geçen, baltayı biledikçe alışkanlıkların benim için daha farklı, daha derin anlamlarının da oluşmaya başlaması. Bunu en etkin şekilde hissettiğim kısım ilk prensip olan proaktif ol alışkanlığı. Kitabı ilk okuyuşumdan sonra hayatıma proaktifliği prensip olarak yerleştirmeye çalıştım ve hemen her konuda başkalarından bir beklentiye girmeden sonuçları kendim yönlendirmek için adımlar atmaya başladım. Yaşadıklarımdan başkalarını sorumlu tutmamak hem hayatımın kendime ait olduğunu hissettirdi, hem de daha huzurlu bir hayata kavuştum. Fakat, bu okuduğumda şunu farkettim ki Covey’in bahsettiği proaktiflik tanımı sadece olaylardan veya başka kişilerin yaptıklarından etkilenmemeyi içermiyor, kendi duygularımızın da bizi etkilemelerine izin vermemeyi ve onları da yönlendirmeyi gerektiriyor. Bunu hayatıma uygulamaya çalışacağım. Kolay olmayacağının farkında olarak buna başlıyorum ama proaktif olmaktan ilk anladığım manaya göre alışkanlıklar edinmenin bana getirdiği olumlu değişimi hatırlayınca, vereceğim emeğin meyvesini heyecanla bekliyorum.

Sonunu düşünerek işe başla prensibine gelince son zamanlarda yaşadıklarımın da etkisiyle biraz kısa vadeye odaklandığımı farkettim. Tekrar daha uzun vadeli, işin sonunu hayal ederek bugünkü seçimlerimi yapmaya başlarsam güzel olacak. Son alışkanlığı kadar diğer alışkanlıkları iyi götürdüğümü düşünüyorum, ama hatırlamak kesinlikle faydalı oldu. Son alışkanlık olan baltayı bileye tekrar gelecek olursak, hayatımda fiziksel, ruhsal, zihinsel ve sosyal tazelenmeye gereken önemi veremediğimi düşünüyorum. Bunların arasında bir dönem zihinsel ve sosyal tazelenme konusunu çok iyi götürmüş olsam da son dönemde istediğim performansı gösteremedim. Tüm bu konularda, üretme yeteneğim olan kendime, gerekli özeni göstermem gerekiyor. Umarım kısa süre içinde bu alışkanlıklarımı tekrar oturturum. Kitabı ikinci kez bitirmek bunun için iyi bir başlangıç oldu.

Son dönemlerde kendimi genellikle non-fiction olarak tabir edilen kitaplarla birlikte buluyorum, umarım tekrar diğer türlere de ilgi gösterebilirim. 

Outliers’ın Ardından

Gladwell’in Outliers kitabını yeni bitirdim ve ardından aklımda kalanları not almak istedim. 2008 yılında yayınlanmış olmasına ve daha önce kitabı duymuş olmama rağmen okumak için ancak fırsat buldum. Kitabı okurken farkettim ki kitabın bazı bölümlerini farklı mecralarda farklı sebeplerle duymuşum ve asıl kaynak burasıymış.

Kitaptan temel olarak aklımda kalan şey, sanırım kitap da bunu amaçlıyor, alışılmışın dışında olacak kadar büyük başarılar göstermek için gerekli tüm sebeplerin bir arada bulunması gerektiği. Bu durum Anna Karanina’nın başındaki mutlu evlilikler birbirine benzer ama dağılmış evliliklerin birbirinden farklı sebepleri olabilir minvalindeki cümlenin düşündürdükleri ile benzer fikirleri kafamda canlandırdı. Kitabı okuyarak alışılmışın dışında başarı göstermeyi bekliyorsanız muhtemelen yanlış yerdesiniz. Bu kitabı okurken bir outlier olmak için gerekli olan koşullara ve meziyetlere ya zaten sahipsinizdir veya sizin için ihtimal kalmamıştır.

Kitaptan alışılmışın ötesinde bir başarıya sahip olmak için koşulların neredeyse doğduğunuz günden itibaren bunu hazırlıyor olması gerektiğini çıkardım. Muhakkak ki kişisel teknik ve sosyal kabiliyetler başarı üzerinde etkili ama bu kabiliyetlerin inkişaf edeceği ve değer göreceği bir ortam yoksa başarının gelmesi mümkün değil.

Bu kitabı okuduktan sonra muhtemelen bir outlier olamayacağınızı farkedeceksiniz. En azından ben bunu farkettim. Bu durum zihnimde birbiriyle çekişen iki farklı düşüncenin uyanmasına sebep oldu. İlki olumsuz olduğunu düşündüğüm, madem işler benim uğraşımdan bu kadar uzak ve önemli şekilde şansa dayalı hayatta bir şeyler ortaya koymak için kendimizi yıpratmaya gerek yok çok da uğraşma minvalinde bir düşünce. İkincisi ise muhteşem sonuçlara ulaşamayacak olsan da yılın 360 günü gün doğmadan kalkanların ortalamanın altında bir noktada kalmayacak olduğu düşüncesi. Eğer zihnimde ilk düşüncenin baskın gelmesine izin verirsem muhteşem bir çıktı bir yana dursun herhangi bir ürünün oluşması dahi pek olası değil. Öte yandan azimle çalışmaya devam edersem hayatın bana sunduğu fırsatları tüm şansızlıklara rağmen outlier seviyesinde olmasa da ortalama üzerinde bir değere dönüştürmek ihtimali var. Ben bu ihtimal için elimden geldiğince gayret göstermek niyetindeyim.