All posts by duman

Dore ve Mimi Konseri’nin Ardından

İlk senfoni konserimi üniversiteyi kazandığımda, oryantasyon kapsamında Bilkent Senfoni Orkestrası’ndan dinlemiştim. Sıkıcı olacağı düşüncesiyle ön yargılı olarak ama bir taraftan da içimde merakla gitmiştim konsere. Bildiğimiz manada bir konser değildi, senfoni nediri, nasıl dinleniri anlatan açıklamalı bir konserdi. O konser, benim klasik müziğe olan ön yargımı kırmaya yetti. Müptelası olmasam da ilk tanışıklığın ardından fırsat buldukça, yılda bir iki konser dinledim. 

Benim onsekiz yaşında yakaladığım yüz yüze klasik müzikle tanışma fırsatını, oğlum beş yaşında yakaladı. 26 Aralık 2021 tarihinde ailecek Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın Senfonik Çalgılar Konseri’ni dinledik. Konser yeni inşa edilen binanın ana solununda idi. Konserin yanında bu güzel mimari eseri görmek ve deneyimlemek de ayrıca keyifliydi. Her gün görmeye alışık olduğumuz yapılardan ayrılan tasarımıyla orkestra binası, içine girdiğimde havamı değiştirdi. İçerde iki konser salonuna ek olarak, hediyelik eşya satış mağazası, müze ve kafe mevcut. Binanın altında kapalı otoparkı var, Cermodern’in önündeki açık otoparkı da kullanmak mümkün.

Konserin gerçekleştirildiği ana salonun içi de geniş ve etkileyiciydi. Konser belirtilen saatinden 15 dakika geç başladı, sanırım çocuklara yönelik bir konser olduğu için geç kalanların olabileceğini düşünerek böyle bir karar alınmış. Fakat, zamanında gelen çocukların da bekleme konusunda bir yetişkin kadar tahammül sahibi olamayacağı gözden kaçırılmış. Konserde Dore ve  Mimi YouTube kanalındaki müzik aletleri için bestelenmiş şarkılar çalındı, söylendi. Müzisyenlerin ne kadar iyi olduklarını söylememe gerek yok sanırım. Tüm program çocukların ilgisini celbedebilecek etkileyicilikte tasarlanmış, en azından beş yaşındaki oğlum tüm programı sıkılmadan ve ilgiyle takip etti. 

İnanıyorum ki bu konseri dinleyen çocuklardan ilerde iyi müzisyenler çıkacaktır. Outliers kitabından anladığım kadarıyla Ankara’dan önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde alışılmışın dışında başarıya sahip bir müzisyen  çıkacaksa, onunla aynı salonda konser dinlemiş oldum. Bildiğim kadarıyla, bu konser serisi 2022 yılı içersinde çalınmaya devam edecek. Umarım sadece Ankara’da kalmaz ve diğer şehirlerimizde de çocuklar klasik müzikle tanışma fırsatı yaklarlar. Düzenleyenler bu ilk konserden dünya prömiyeri olarak bahsettiklerine göre bunu uluslararası sahaya da taşıma vizyonuna sahipler. Diğer ülkelerde böyle bir konser/etkinlik sahnelenmiş midir bilmiyorum ama 23 Nisan gibi çocuklara adanmış bayrama sahip topraklardan, sınırları aşacak çocuklar için hazırlanmış bir performans çıkması beni tekrar gururlandırır.

Fareler ve İnsanlar’ın Ardından

İlk kez bir John Steinbeck kitabı bitirdim. Gazap Üzümleri’ni orta okulun son sınıfında duymuştum ve o günden beri ismini bildiğim bir yazardı fakat okumak ancak şimdiye nasip oldu. Tüm kitap boyunca George’un neden Lennie ile birlikte olduğunu merak ettim. Ara ara tahminlerde bulundum ve hikayenin akışı tahminlerimin yanlış olduğunu bana gösterdi. Kitabın sonu bu merakımı çok sert giderdi. Kitapta kurgunun ve üslubun beni çok etkilediğini belirtmeliyim. George ve Lennie’nin önce kardeş olduklarını düşündüm, sonra Goerge’un Lennie’yi sadece güçlü olduğu ve ileride kuracakları çiftlikte ağır işleri yaptırabileceği bir iş makinesi olarak gördüğü için bırakmadığını sandım. Fakat kitabın sonunda ikisi de olmadığına öğrendim.  

Kitaptaki yan karakterlerin davranışları ve geçmişleri de etkileyiciydi. Candy, Crooks, Curly ve Curly’nin karısı hayatta çoğumuzun en azından bir dönem hissettiğimiz duyguları bize hatırlatan karakterler. Bunların hikayeleri bana, herkesin hayata dair bir amaca ihtiyaç duyduğunu, sebepten azade canlı kalmaya devam etsek de anlam yükleyemediğimiz bir canlılığın sadece kararsız bir dinamik denge hali olduğunu düşündürdü. Aynı zaman ve mekanda bulunan insanların farklı geçmişlerden ve hikayelerden geldiğini, bu sebeple farklı beklenti ve hayallere sahip olmakla birlikte herkesin diğerlerini de kendisi gibi sanmasının o kadar sıradan olduğunu düşündüm. Nefes almak kadar sıradan ki, çoğu zaman bunun farkında değiliz. Pek çok defa sonu kendime kızmakla biten, insanların davranışlarından alınma halinde buluyorum kendimi. Bir kişinin yaptığı işi hatalı olarak nitelendiriyorum, hemen her defasında genel geçer kanaatler çerçevesinden bakıldığında da hatalı oluyor. Fakat her eylem, sebebiyle, arka planındaki koşullarıyla ele alınmalı aslında. Bu dediğim gerçekten mümkün mü ondan da emin değilim. Hayal olarak güzel, fakat hayata geçirilebilir bir talep midir bilemiyorum. Hal böyle olunca kızamıyor insan, sadece üzülüyor. Daha da kötüsü bir çözüm üretemiyor, amaçsızlaşıyor.

Konu kitabın anlattıklarından kopup farklı bir noktaya geldi ama benim bu “ardından” serimde yazmak istediklerimle örtüşüyor. Bu gönderileri oluştururken sadece kitap ve anlatılan hikayelere hakkında teknik notlar almak değildi amacım. O kitabın limanından ayrıldıktan sonra savrulduğum düşünce denizinde geçtiğim rotadan bahsetmek istiyorum. Rota bazen beklenen şekilde en kısa yoldan varılacak limana giderken, zaman zaman da varış noktası ile alakasız mekanlardan geçiyor. Bu yazıda da biraz ikincisine yakın oldu, en azından benim için daha keyifli oldu.

İnferis’in Ardından

Bildiğim kadarıyla İnferis Mahfi Hoca’nın ilk polisiye romanı. Mahfi Eğilmez’i daha önce iktisat ile ilgili kitaplarıyla tanımıştım. Bu sefer de romanını okumak nasip oldu. En başta şunu belirtmeliyim ki Mahfi Hoca gibi insanları takip etmek hem yazdıkları sayesinde bilgilendiğim, hem de yeni içerikler üretmek için motivasyonumu artırdığı için hoşuma gidiyor.

Kendimden bir şeyler bulabildiğim kitaplar veya filmler, her insan gibi benim de hoşuma gidiyor. Ankara’da ve tarih olarak yakın zamanda geçtiği için İnferis gibi kitapları her daim kendime yakın hissediyorum ve okumaya daha yatkın oluyorum. Bunun tabi bir de olumsuz yönü var. Kitaplardaki coğrafya veya teknik başka konularla ilgili hatalar maalesef çok fazla gözüme çarpıyor. Bu romanda da cinayeti soruşturan komiserin ofisinin karakolda olması ve kişiler arası konuşmaların günlük dilden çok uzak şekilde aktarılması gibi detaylar beni rahatsız etti. Fakat kitabın kahramanı Murat’ın şahsında mali inceleme yapan birisinin aklından geçenleri görmek hoşuma gitti. Burda Mahfi Hoca’nın maliye müfettişliğinden geliyor olmasının etkisi büyük. Kitap okurken hızla akıyor, fakat içinde bir kaç ters köşe bulunsa beni daha çok tatmin ederdi.

New Online Course: Intro to ML with Tensor Flow by Udacity

I have started a new online course on Udacity called Intro to ML with Tensor Flow. I applied the scholarship program of Bertelsmann Technology in October. In December they announced that I had accepted to the program. 

I just started the course and my experience so far is good. Welcome part of the course covers how to install Anaconda to setup working environment. After the welcome part supervised machine learning section starts. It covers various ML techniques such as decision trees and support vector machine. Since this course is a challenge course to determine who will get scholarship for the rest of the course, it only covers supervised learning. At the end of the challenge course there is a final assessment to find top performing 1600 candidate for the full scholarship.

I hope to learn new perspective about ML by the course and I am looking for to attend next phase. 

Martin Eden’in Ardından

Jack London’ın Beyaz Diş’i en sevdiğim üç romandan birisi. London’ın Vahşetin Çağrısı, Denizin Çağrısı ve Tanrılar ve Köpekler kitaplarını da severek okumuştum. Geçtiğimiz günlerde de Martin Eden’i bitirdim. London’ın diğer kitapları gibi bunda da tutkuyu hissettim. Sanırım London kitaplarının en sevdiğim yönü bu. Belki de kendi hayatımda tutuku ile bağlanmak, delice peşinden koşmak istediğim bir şeyin hasretini çekmek bana London’ı sevdiriyor.

Martin’in kitaplara olan sevgisinde kendimden parçalar buldum. Hayatımı Martin gibi yazarak kazanma hedefim olmasa da, ben de bir kitabım yayınlansın isterim. İnsan bu dünyadan ayrıldıktan sonra arkada bir eseri bırakmak istiyor sanırım.

Kitap içersindeki ilişkiler ve hayallerine ulaştıktan sonra Martin’in davranışları benim için ilgi çekici ve düşündürücüydü. Maritin’in Ruth’a olan aşkı ve Ruth’un toplumsal normlardan başarısız kurtulma çabası bana maddi olarak daha yüksek standartlara sahip kişilerin konfor alanlarını terk etmelerinin zorluğunu tekrar düşündürdü. Aynı açıdan değilse de kendi hayatımda da konfora alışmanın ve maddi olarak bir noktaya geldikten sonra sert dönüşler yapmanın zorluğunu hissettiğimi hatırladım. Martin’in zengin olduktan sonra Joe ve Maria’yı unutmaması, buna ek olarak açacağı çamaşırcıda çalışma şartlarını Joe ile konuştuğu kısım yine beni üzerinde düşündüren yerlerdi. Kitabın o noktasına kadar tanıdığımız Martin öyle davranmalıydı, başka türlüsü büyük bir hayal kırıklığı olurdu benim için.

Kitabın sinemaya da uyarlandığını öğrendim, bulabilirsem onu da izlemek isterim, fakat küçük bir arayışla korsan siteleri hariç filmi bulamadım. O tarz sitelerden izlemeyi tercih etmiyorum, umarım Netflix veya iTunes gibi kanallarda daha zengin içerik olur da ben de üreticinin hakkını bir nebze de olsa vererek, daha önemlisi, korsan yayınları desteklemeden filmi izleyebilirim.

Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı’nın Ardından

Covey’in satış rekorları kıran kitabını ikinci kez bitirdim. İlki sanırım bundan 4 veya 5 yıl kadar önceydi. O zaman İngilizce’sinden okumuştum şimdi ise Türkçe dinledim. Kitabı tekrar etmemdeki en büyük motivasyon, ilk okuyuşumdan sonra bu 7 prensibi hayatıma uygulamaya çalışmam ve son prensip olan baltayı bilemem gerektiğini düşünmem. 

Öncelikle şunu söyleyebilirim ki, baltayı bilemek işe yaradı ve zamanında yapmaya başladığım fakat gün geçtikçe unutmaya yüz tutan bazı alışkanlıkları tekrar hayatıma katmak için motivasyonum yükseldi. Bunun yanında kitabı ikinci bitirişimde farkettiğim, baltayı bilemek ile ilgili kısımda geçen, baltayı biledikçe alışkanlıkların benim için daha farklı, daha derin anlamlarının da oluşmaya başlaması. Bunu en etkin şekilde hissettiğim kısım ilk prensip olan proaktif ol alışkanlığı. Kitabı ilk okuyuşumdan sonra hayatıma proaktifliği prensip olarak yerleştirmeye çalıştım ve hemen her konuda başkalarından bir beklentiye girmeden sonuçları kendim yönlendirmek için adımlar atmaya başladım. Yaşadıklarımdan başkalarını sorumlu tutmamak hem hayatımın kendime ait olduğunu hissettirdi, hem de daha huzurlu bir hayata kavuştum. Fakat, bu okuduğumda şunu farkettim ki Covey’in bahsettiği proaktiflik tanımı sadece olaylardan veya başka kişilerin yaptıklarından etkilenmemeyi içermiyor, kendi duygularımızın da bizi etkilemelerine izin vermemeyi ve onları da yönlendirmeyi gerektiriyor. Bunu hayatıma uygulamaya çalışacağım. Kolay olmayacağının farkında olarak buna başlıyorum ama proaktif olmaktan ilk anladığım manaya göre alışkanlıklar edinmenin bana getirdiği olumlu değişimi hatırlayınca, vereceğim emeğin meyvesini heyecanla bekliyorum.

Sonunu düşünerek işe başla prensibine gelince son zamanlarda yaşadıklarımın da etkisiyle biraz kısa vadeye odaklandığımı farkettim. Tekrar daha uzun vadeli, işin sonunu hayal ederek bugünkü seçimlerimi yapmaya başlarsam güzel olacak. Son alışkanlığı kadar diğer alışkanlıkları iyi götürdüğümü düşünüyorum, ama hatırlamak kesinlikle faydalı oldu. Son alışkanlık olan baltayı bileye tekrar gelecek olursak, hayatımda fiziksel, ruhsal, zihinsel ve sosyal tazelenmeye gereken önemi veremediğimi düşünüyorum. Bunların arasında bir dönem zihinsel ve sosyal tazelenme konusunu çok iyi götürmüş olsam da son dönemde istediğim performansı gösteremedim. Tüm bu konularda, üretme yeteneğim olan kendime, gerekli özeni göstermem gerekiyor. Umarım kısa süre içinde bu alışkanlıklarımı tekrar oturturum. Kitabı ikinci kez bitirmek bunun için iyi bir başlangıç oldu.

Son dönemlerde kendimi genellikle non-fiction olarak tabir edilen kitaplarla birlikte buluyorum, umarım tekrar diğer türlere de ilgi gösterebilirim. 

Outliers’ın Ardından

Gladwell’in Outliers kitabını yeni bitirdim ve ardından aklımda kalanları not almak istedim. 2008 yılında yayınlanmış olmasına ve daha önce kitabı duymuş olmama rağmen okumak için ancak fırsat buldum. Kitabı okurken farkettim ki kitabın bazı bölümlerini farklı mecralarda farklı sebeplerle duymuşum ve asıl kaynak burasıymış.

Kitaptan temel olarak aklımda kalan şey, sanırım kitap da bunu amaçlıyor, alışılmışın dışında olacak kadar büyük başarılar göstermek için gerekli tüm sebeplerin bir arada bulunması gerektiği. Bu durum Anna Karanina’nın başındaki mutlu evlilikler birbirine benzer ama dağılmış evliliklerin birbirinden farklı sebepleri olabilir minvalindeki cümlenin düşündürdükleri ile benzer fikirleri kafamda canlandırdı. Kitabı okuyarak alışılmışın dışında başarı göstermeyi bekliyorsanız muhtemelen yanlış yerdesiniz. Bu kitabı okurken bir outlier olmak için gerekli olan koşullara ve meziyetlere ya zaten sahipsinizdir veya sizin için ihtimal kalmamıştır.

Kitaptan alışılmışın ötesinde bir başarıya sahip olmak için koşulların neredeyse doğduğunuz günden itibaren bunu hazırlıyor olması gerektiğini çıkardım. Muhakkak ki kişisel teknik ve sosyal kabiliyetler başarı üzerinde etkili ama bu kabiliyetlerin inkişaf edeceği ve değer göreceği bir ortam yoksa başarının gelmesi mümkün değil.

Bu kitabı okuduktan sonra muhtemelen bir outlier olamayacağınızı farkedeceksiniz. En azından ben bunu farkettim. Bu durum zihnimde birbiriyle çekişen iki farklı düşüncenin uyanmasına sebep oldu. İlki olumsuz olduğunu düşündüğüm, madem işler benim uğraşımdan bu kadar uzak ve önemli şekilde şansa dayalı hayatta bir şeyler ortaya koymak için kendimizi yıpratmaya gerek yok çok da uğraşma minvalinde bir düşünce. İkincisi ise muhteşem sonuçlara ulaşamayacak olsan da yılın 360 günü gün doğmadan kalkanların ortalamanın altında bir noktada kalmayacak olduğu düşüncesi. Eğer zihnimde ilk düşüncenin baskın gelmesine izin verirsem muhteşem bir çıktı bir yana dursun herhangi bir ürünün oluşması dahi pek olası değil. Öte yandan azimle çalışmaya devam edersem hayatın bana sunduğu fırsatları tüm şansızlıklara rağmen outlier seviyesinde olmasa da ortalama üzerinde bir değere dönüştürmek ihtimali var. Ben bu ihtimal için elimden geldiğince gayret göstermek niyetindeyim. 

Scrum’ın Ardından

Jeff Sutherland’ın Scrum kitabını bitirdikten sonra aklımda kalanları ve üzerine düşündüklerimi not almak istedim. Kitapta anlatılan Scrum metodolojisini ben bir çeşit iş yapma yöntemi olarak anlıyorum. Özellikle yazılım geliştirme projelerinde sıklıkla kullanılan bu yöntem Sutherland’in de kitapta belirttiği gibi farklı sektörlerdeki projelere de uygulanabilir ve hatta genel olarak yaşam tarzı olarak kabul edilebilir. 

Scrum metodolojisinde proje kabaca 5-9 kişiden oluşan bir takım tarafından gerçekleştiriliyor. Bu takım projeyi hayata geçirebilecek tüm yetkinliklere sahip kişilerden oluşuyor. “Product Owner” rolündeki takım elemanı neyin yapılacağına karar veren ve bunun sorumluluğunu yükelenen kişi oluyor. Günümüzde bu role “Product Manager” dendiğini de sıklıkla duyuyorum. Hatta bazı şirketler Owner ve Manager pozisyonlarına farklı görev ve sorumluluklar veriyor. İsimlendirmenin ne olduğuna takılmadan bu rolün kabaca projede hangi özelliklerin ne zaman geliştirileceğine takımla birlikte karar veren kişiyi temsil ettiğini söyleyebilirim. Takımda bir de “Scrum Master” olarak geçen bir rol var. Bu rolün ana sorumluluğu takımın amacına yürürken karşılaştığı herhangi bir engelin ortadan kaldırılması ve yapılacakların en hızlı ve verimli şekilde yapılmasının sağlanması.

Projenin gerçekleştirilmesi için karşılaşılan zorlukların ortadan kaldırılmasından bahsetmişken Scrum denilince ilk akla gelen kavramlardan birisi olan “Stand-up Meeting” konusuna da değinmek isterim. Günlük olarak tüm takımın aynı saatte yaptığı ve bir önceki gün yaptıklarından ve bugün yapacaklarından kısaca bahsettiği bir toplantı. Fakat en önemlisi kendisini yavaşlatan veya işini daha iyi yapmasına mani olan bir şey varsa onu aktardığı toplantı. Böylece hedefe giderken karşılaşılan zorluklar hemen görünür oluyor hem de ortadan kaldırılması kolaylaşıyor. Bence Scrum yöntemini güçlü kılan en önemli özellikli bu. Genel olarak bu tarz yöntemlerin çevik sıfatına haketmesinin sağlayan özellik uzun bürokratik süreçlerde vakit kaybetmeden yapılması gerekenin ilgililere aktarılması ve harekete geçilmesi. 

Kitap Scrum metodunda uygulanan belli başlı ritüellerin temel motivasyonlarını ikna edici şekilde ve örneklendirerek aktarıyor. Farklı vesilelerle duyduğum ve kendi hayatımda uygularken faydasının gördüğüm Pareto ve Kan-Ban gibi metodlardan da ilham alıyor olması kitabın bana daha yakın görünmesini ve bahsettiği farklı ritüellerin de bende uygulama heyecanı oluşturmasını sağladı.

Scrum yöntemi az kişiden oluşan şirketler için çok faydalı olacağını düşündüğüm bir yöntem, fakat büyük şirketler için bir takım dezavantajlar barındırıyor olabilir. Bununla birlikte büyük şirketlerin de bu yöntemden istifade ettiği hem kitapta anlatılıyor hem de farklı kaynaklardan daha önce işitmiştim. Bu sebeplerle düşüncemde pek de ısrarcı olamayacağım. Scrum uygulayan küçük şirketler içinde problemelere bulunan çözümlerden edinilen bilgi birikimi, herkesin takıma dahil olmasıyla, hızla tüm bireylere aktarılmış oluyor. Böylece benzer sıkıntıyı yaşayan kişi arkadaşının edindiği tecrübeyi kullanarak problemine hızla çözüm üretebilir. Büyük şirketler içinde Scrum takımlarının birbirlerinden bağımsız çalışmaları belki de bir takımın daha önce çözdüğü bir sorunu farklı bir takımın da aynı yollardan tekrar geçerek çözmesini gerektirebilir. Aslında daha önce keşfedilmiş olan kıta her takım için tekrar aynı efor harcanarak çözülmeyi gerektiriyormuş gibi geliyor bana. Kitapta farklı Scrum takımları arasında tecrübe aktarımının nasıl gerçekleştirileceği konusundan bahsedilmiyor, belki ben de kaçırmış olabilirim. Bahsettiğim problem Scrum’ın ilgi alanı olmayabilir. Çünkü, daha üst seviyeden çözülmesi gereken bir sorun denilse ona itiraz edecek değilim. Öte yandan, senin bu soruna çözüm önerin nedir denilirse belki birkaç önerim olabilir fakat eli yüzü düzgün Scrum gibi bir metodoloji önerebilecek durumda da değilim. 

Sonuç olarak, hızlı değişen veye değişebilme ihtimali olan gereksinimlere haiz projeler geliştirirken farklı takımlar tarafından kullanılmış ve hala kullanılmaya devam edilen bu yöntemi derli toplu bir şekilde okuyarak öğrenmek isteyenlere önerebileceğim bir kitap. 

Yeni Kulaklık Deneyimim

Müzikle pek yakın ilgili değilim fakat hemen her gün sesli kitap dinliyorum. Daha önce sesli kitapla ilgili de bir yazı yazmıştım, ona da bu linkten ulaşılabilir (Kitap Dinlemek). Her gün bir saat kadar kulaklık kullanıyorum. İlk önce telefonumun içinden çıkan kablolu kulak içi kulaklığı kullanıyordum. Aslında uzun yıllar, orta okul döneminde walkman kullandığım zamanlardan beri, bu tip kulaklıkları kullandım. Sonrasında bluetooth kulaklıklarla tanıştım. İlk bluetooh kulaklığımı Çin’den uygun fiyatlı, kulak içi, iki kulaklığın kablo ile birbirine bağlı olduğu modellerden biri ile deneme fırsatı buldum. Bu ürünle her gün iş yerine girip çıkarken detektörden geçen biri olarak hayat kalitem bir anda yükseldi ve bir daha kablolu kulaklık almayı düşünmedim. Kablolu kulaklık ile kontrolden geçerken telefonu bırakmak için kulaklığı çıkarmak ve sonrasında tekrar takmak, arada dolaşan kabloyla cebelleşmek, dinleme keyfini sekteye uğratıyordu. Bu kulaklığı spor yaparken de kullanıyordum. Bu tip kulaklıklar için etraftan duyduğum kulaktan çıkma düşme gibi bir problem yaşamadım, fakat su geçirmez olmadığı için terleyince bozuldu. Bu kulaklıktan bir tane daha sipariş verdim ve spor haricinde kullanmaya başladım. İlk bluetooth kulaklığımı kullanırken true wireless olarak adlandırılan modellerden birini de yine Çin’den sipariş etmiştim. Fakat o kulaklıktan hiç memnun kalmadım. Hem bağlantı hem de malzeme kalitesi olarak oldukça kötüydü. 

Sporda kullanamamam ve uzun süreli kullanımda kulağımı rahatsız etmesi sonucu bir de kulak üstü kulaklık almaya karar verdim ve Phlips SHB3075BL/00 aldım. Bu kulaklıktan o kadar memnun kaldım ki kulak için olanın pabucu dama atılmış ve artık sürekli bunu kullanır olmuştum. Fakat, kış ayları geldiğinde bere ile kullanımı pek konforlu olmamaya başladı ve tekrar kulak içi olanı da kullanıma aldım. Fakat kısa süre sonra bozuldu, bu sefer neden bozulduğunu anlayamadım. Bunun üzerine soğuk havalarda kullanım için arkadaşlarımın da tavsiyesi ile Xiaomi Airdots aldım. İlk aldığım true wireless kulaklığa göre iyiydi, fakat zaman zaman bununla da bağlantı sorunları yaşadım. Hala çok memnun olmamakla birlikte bere takmak zorunda olduğum kış günlerinde kullanmaya devam ediyorum.

İki ay kadar önce serviste giderken araç gürültüsünü kesmesi için ve zaman zaman ofiste odaklanarak çalışmak istediğimde yardımcı olabileceğini düşündüğüm için aktif gürültü önleyici özelliği olan bir kulaklık almaya karar verdim. Bir arkadaşım yaklaşık bir yıl kadar önce Sony WH1000XM3 almıştı ve memnun olduğunu söylüyordu. Ben de biraz araştırma yaptım ve Bose QC35 2, Beats Solo Pro ve Beats Studio 3’ü de değerlendirerek ben de Sony WH1000XM3 aldım. Diğerlerini deneme fırsatı bulamadım fakat başka yorumlarda gürültü önleme özelliği diğerlerinden daha iyi olduğu söylendiği için Sony’i tercih ettim. Apple ekosisteminde birçok cihazım olduğu için Beats’e yakınlık hissediyordum, fakat onların gürültü önleme kabiliyetleri yorumlara göre Bose ve Sony’den geri kalıyordu.

Bir aylık kullanım deneyimimde son kulaklığımdan genel olarak memnunum. Diğerlerini kullanmadığım için maalesef bir karşılaştırma yapamayacağım ve sadece WH1000XM3’ü kendi şartlarımda günlük kullanmış birisi olarak gözlemlerimi aktaracağım. Sürekli servis kullanan birisi olarak otobüs gürültüsünü önemli ölçüde kestiğini aktarabilirim. Tamamen sessiz bir ortam oluşturduğunu söyleyemem fakat yolculukları daha az yorucu hale getirdiği muhakkak. Yolda yürürken caddeden geçen araç gürültülerini sadece tekerlek yuvarlanmaları seviyesine indirebilecek düzeyde bir filtreleme kabiliyeti var. Ofis ortamındaki sesleri de önemli ölçüde kesiyor fakat yakınınızda birisi yüksek sesle konuşuyorsa onu tamamen filtreleyemiyor. Bu söylediklerim müzik açmadan sadece gürültü engelleme özelliğini açtığınız durum için olan bilgiler. Eğer müzik açarsanız ve benim kadar az sesle dinleyen birisi değilseniz kesinlikle ortamdan izole hissedebilirsiniz. Sonuç olarak başka benzer kulaklık kullanmamış birisi olarak on üzerinden dokuz verdiğimi söyleyebilirim. Günlük yaşamımın her anında tamamen sessiz bir ortam elde edemiyorum, ama yaşam kalitemi artıracak kadar da iyi. 

Kullanım ve konfor özelliklerine gelecek olursam bana göre en büyük konfor eksiği farklı cihaza bağlanmak için bağlı olduğu cihazdan bağlantıyı kesip tekrar yeni cihaza bağlamak gerekmesi. Durumu anlatmak için kurulan cümle bile yeterince rahatsız ediciyken işlemi yapmak günümüzde bu seviyede bir üründe bulunmasını istemeyeceğiniz kadar keyifsiz. Beats’ler Apple ekosisteminde olduğu için bu konuda çok daha iyi kullanıcı deneyimi sunuyordur diye tahmin ediyorum ve yorumlar da bu yönde. Bununla birlikte Bose da çoklu cihaz bağlanma özelliği sunuyor diye biliyorum. Kullanım konusunda bir diğer kötü diyebileceğim özellik ses ve parça kontrolü için fiziksel düğmeli tuşlar bulunmaması, bunun yerine dokunmatik bir yüzey olması. Bu özelliği estetik olarak hoş bulduğumu söylemeliyim, fakat otomobillerde de yaşadığım gibi kontrollerin sezgisel yapılması pek kolay olmuyor. Özellikle bazen ses kontrolü yapmak isterken elimin kayması sonucu sonraki veya önceki parçaya geçme gibi problemler yaşıyorum.Son olarak hoşuma giden birkaç özelliğe daha değinerek yazıyı tamamlamak istiyorum. WH1000XM3’ün malzeme kalitesinin ve hissiyatının tatmin edici olduğunu söylemeliyim. Kulakları kavrayan ve başınızın üstüne gelen yerdeki deri veya derimsi malzemenin ve genel olarak kullanılan plastiğin göze ve parmaklara hissettirdikleri keyif verici. Ayrıca, saklama kutusu ve kutu içinden çıkan kablo ve uçak bağlantı aparatı güzel detaylar. Bu tamamlayıcı elemanlar bildiğim kadarıyla Bose’de de var, fakat Beats’lerde olmayabilir. Sonuç olarak, ben ilk ay itibariyle Sony’den memnunum fakat değerlendirdiğim diğer kulaklıklardan birisini de tercih etmiş olsam muhtemelen yine memnun olurdum.

Changing Team in Company

This is my third team in this company. I want to write about my experiences of changing team in same company. Two transfers were totally different experiences for me. For the first one I talked with my manager to change team, but in the second one I learned that my team will be abandoned.

In the first transfer I spook with my manager and tell him to I want to work on different topics, and I want to work with new people. I was in the same team for about three and a half year and my work was repetitive for me. It was a chance for me that an organization change was planning at the same time with my talk and my manager ask me to jump a new team. We talked about the interest area of the new team and the team members, at the end of the talk accepted the offer. Since both teams were reporting to same manager it was easy to transfer in paperwork manner. I talked with heads of both units and we decided a schedule about transferring ongoing works. However, one of my colleagues from my new team was suddenly quitted the job. Therefore, I switched immediately to new team and started to work on new project.

In my second transfer, we learned that our team will be closed, and responsibilities of our team will divide to different teams. Since it was again my three and a half year in the same team, I wanted to change my work also and talked again with my manager, so I was transferred to a new team with totally different work area. I passed my subjects from previous team to three people from three different units and get new chairs in my ex-projects on behalf of new team.There are both pros and cons of skipping to new team in the same company. In my opinion the most important disadvantage is loss of carrier gains. Since it is totally new area you will be a rookie after transfer.  Another disadvantage related with the first one is almost all knowledge which you save in the previous team become useless. Adaptation to new colleagues and learning new stuff is also challenging. These challenges are disadvantages of changing team but in another perspective, I selected to transfer to a new team to learn new topics and get experience with working together with different people. Therefore, the most important pros of changing team are chance to work new issues and learning from new people. Also getting perspective of different units to same project is a plus. If you are at the same team for whole time of the project you can only see the one side of the project. However, all units have their own priorities and constraints. In short, I like to work on different topics and work with different talents so changing team for every 3 to 5 year is a pleasure for me, but one should consider his/her expectations while deciding to switch to a new team.