Scrum’ın Ardından

Jeff Sutherland’ın Scrum kitabını bitirdikten sonra aklımda kalanları ve üzerine düşündüklerimi not almak istedim. Kitapta anlatılan Scrum metodolojisini ben bir çeşit iş yapma yöntemi olarak anlıyorum. Özellikle yazılım geliştirme projelerinde sıklıkla kullanılan bu yöntem Sutherland’in de kitapta belirttiği gibi farklı sektörlerdeki projelere de uygulanabilir ve hatta genel olarak yaşam tarzı olarak kabul edilebilir. 

Scrum metodolojisinde proje kabaca 5-9 kişiden oluşan bir takım tarafından gerçekleştiriliyor. Bu takım projeyi hayata geçirebilecek tüm yetkinliklere sahip kişilerden oluşuyor. “Product Owner” rolündeki takım elemanı neyin yapılacağına karar veren ve bunun sorumluluğunu yükelenen kişi oluyor. Günümüzde bu role “Product Manager” dendiğini de sıklıkla duyuyorum. Hatta bazı şirketler Owner ve Manager pozisyonlarına farklı görev ve sorumluluklar veriyor. İsimlendirmenin ne olduğuna takılmadan bu rolün kabaca projede hangi özelliklerin ne zaman geliştirileceğine takımla birlikte karar veren kişiyi temsil ettiğini söyleyebilirim. Takımda bir de “Scrum Master” olarak geçen bir rol var. Bu rolün ana sorumluluğu takımın amacına yürürken karşılaştığı herhangi bir engelin ortadan kaldırılması ve yapılacakların en hızlı ve verimli şekilde yapılmasının sağlanması.

Projenin gerçekleştirilmesi için karşılaşılan zorlukların ortadan kaldırılmasından bahsetmişken Scrum denilince ilk akla gelen kavramlardan birisi olan “Stand-up Meeting” konusuna da değinmek isterim. Günlük olarak tüm takımın aynı saatte yaptığı ve bir önceki gün yaptıklarından ve bugün yapacaklarından kısaca bahsettiği bir toplantı. Fakat en önemlisi kendisini yavaşlatan veya işini daha iyi yapmasına mani olan bir şey varsa onu aktardığı toplantı. Böylece hedefe giderken karşılaşılan zorluklar hemen görünür oluyor hem de ortadan kaldırılması kolaylaşıyor. Bence Scrum yöntemini güçlü kılan en önemli özellikli bu. Genel olarak bu tarz yöntemlerin çevik sıfatına haketmesinin sağlayan özellik uzun bürokratik süreçlerde vakit kaybetmeden yapılması gerekenin ilgililere aktarılması ve harekete geçilmesi. 

Kitap Scrum metodunda uygulanan belli başlı ritüellerin temel motivasyonlarını ikna edici şekilde ve örneklendirerek aktarıyor. Farklı vesilelerle duyduğum ve kendi hayatımda uygularken faydasının gördüğüm Pareto ve Kan-Ban gibi metodlardan da ilham alıyor olması kitabın bana daha yakın görünmesini ve bahsettiği farklı ritüellerin de bende uygulama heyecanı oluşturmasını sağladı.

Scrum yöntemi az kişiden oluşan şirketler için çok faydalı olacağını düşündüğüm bir yöntem, fakat büyük şirketler için bir takım dezavantajlar barındırıyor olabilir. Bununla birlikte büyük şirketlerin de bu yöntemden istifade ettiği hem kitapta anlatılıyor hem de farklı kaynaklardan daha önce işitmiştim. Bu sebeplerle düşüncemde pek de ısrarcı olamayacağım. Scrum uygulayan küçük şirketler içinde problemelere bulunan çözümlerden edinilen bilgi birikimi, herkesin takıma dahil olmasıyla, hızla tüm bireylere aktarılmış oluyor. Böylece benzer sıkıntıyı yaşayan kişi arkadaşının edindiği tecrübeyi kullanarak problemine hızla çözüm üretebilir. Büyük şirketler içinde Scrum takımlarının birbirlerinden bağımsız çalışmaları belki de bir takımın daha önce çözdüğü bir sorunu farklı bir takımın da aynı yollardan tekrar geçerek çözmesini gerektirebilir. Aslında daha önce keşfedilmiş olan kıta her takım için tekrar aynı efor harcanarak çözülmeyi gerektiriyormuş gibi geliyor bana. Kitapta farklı Scrum takımları arasında tecrübe aktarımının nasıl gerçekleştirileceği konusundan bahsedilmiyor, belki ben de kaçırmış olabilirim. Bahsettiğim problem Scrum’ın ilgi alanı olmayabilir. Çünkü, daha üst seviyeden çözülmesi gereken bir sorun denilse ona itiraz edecek değilim. Öte yandan, senin bu soruna çözüm önerin nedir denilirse belki birkaç önerim olabilir fakat eli yüzü düzgün Scrum gibi bir metodoloji önerebilecek durumda da değilim. 

Sonuç olarak, hızlı değişen veye değişebilme ihtimali olan gereksinimlere haiz projeler geliştirirken farklı takımlar tarafından kullanılmış ve hala kullanılmaya devam edilen bu yöntemi derli toplu bir şekilde okuyarak öğrenmek isteyenlere önerebileceğim bir kitap. 

Yeni Kulaklık Deneyimim

Müzikle pek yakın ilgili değilim fakat hemen her gün sesli kitap dinliyorum. Daha önce sesli kitapla ilgili de bir yazı yazmıştım, ona da bu linkten ulaşılabilir (Kitap Dinlemek). Her gün bir saat kadar kulaklık kullanıyorum. İlk önce telefonumun içinden çıkan kablolu kulak içi kulaklığı kullanıyordum. Aslında uzun yıllar, orta okul döneminde walkman kullandığım zamanlardan beri, bu tip kulaklıkları kullandım. Sonrasında bluetooth kulaklıklarla tanıştım. İlk bluetooh kulaklığımı Çin’den uygun fiyatlı, kulak içi, iki kulaklığın kablo ile birbirine bağlı olduğu modellerden biri ile deneme fırsatı buldum. Bu ürünle her gün iş yerine girip çıkarken detektörden geçen biri olarak hayat kalitem bir anda yükseldi ve bir daha kablolu kulaklık almayı düşünmedim. Kablolu kulaklık ile kontrolden geçerken telefonu bırakmak için kulaklığı çıkarmak ve sonrasında tekrar takmak, arada dolaşan kabloyla cebelleşmek, dinleme keyfini sekteye uğratıyordu. Bu kulaklığı spor yaparken de kullanıyordum. Bu tip kulaklıklar için etraftan duyduğum kulaktan çıkma düşme gibi bir problem yaşamadım, fakat su geçirmez olmadığı için terleyince bozuldu. Bu kulaklıktan bir tane daha sipariş verdim ve spor haricinde kullanmaya başladım. İlk bluetooth kulaklığımı kullanırken true wireless olarak adlandırılan modellerden birini de yine Çin’den sipariş etmiştim. Fakat o kulaklıktan hiç memnun kalmadım. Hem bağlantı hem de malzeme kalitesi olarak oldukça kötüydü. 

Sporda kullanamamam ve uzun süreli kullanımda kulağımı rahatsız etmesi sonucu bir de kulak üstü kulaklık almaya karar verdim ve Phlips SHB3075BL/00 aldım. Bu kulaklıktan o kadar memnun kaldım ki kulak için olanın pabucu dama atılmış ve artık sürekli bunu kullanır olmuştum. Fakat, kış ayları geldiğinde bere ile kullanımı pek konforlu olmamaya başladı ve tekrar kulak içi olanı da kullanıma aldım. Fakat kısa süre sonra bozuldu, bu sefer neden bozulduğunu anlayamadım. Bunun üzerine soğuk havalarda kullanım için arkadaşlarımın da tavsiyesi ile Xiaomi Airdots aldım. İlk aldığım true wireless kulaklığa göre iyiydi, fakat zaman zaman bununla da bağlantı sorunları yaşadım. Hala çok memnun olmamakla birlikte bere takmak zorunda olduğum kış günlerinde kullanmaya devam ediyorum.

İki ay kadar önce serviste giderken araç gürültüsünü kesmesi için ve zaman zaman ofiste odaklanarak çalışmak istediğimde yardımcı olabileceğini düşündüğüm için aktif gürültü önleyici özelliği olan bir kulaklık almaya karar verdim. Bir arkadaşım yaklaşık bir yıl kadar önce Sony WH1000XM3 almıştı ve memnun olduğunu söylüyordu. Ben de biraz araştırma yaptım ve Bose QC35 2, Beats Solo Pro ve Beats Studio 3’ü de değerlendirerek ben de Sony WH1000XM3 aldım. Diğerlerini deneme fırsatı bulamadım fakat başka yorumlarda gürültü önleme özelliği diğerlerinden daha iyi olduğu söylendiği için Sony’i tercih ettim. Apple ekosisteminde birçok cihazım olduğu için Beats’e yakınlık hissediyordum, fakat onların gürültü önleme kabiliyetleri yorumlara göre Bose ve Sony’den geri kalıyordu.

Bir aylık kullanım deneyimimde son kulaklığımdan genel olarak memnunum. Diğerlerini kullanmadığım için maalesef bir karşılaştırma yapamayacağım ve sadece WH1000XM3’ü kendi şartlarımda günlük kullanmış birisi olarak gözlemlerimi aktaracağım. Sürekli servis kullanan birisi olarak otobüs gürültüsünü önemli ölçüde kestiğini aktarabilirim. Tamamen sessiz bir ortam oluşturduğunu söyleyemem fakat yolculukları daha az yorucu hale getirdiği muhakkak. Yolda yürürken caddeden geçen araç gürültülerini sadece tekerlek yuvarlanmaları seviyesine indirebilecek düzeyde bir filtreleme kabiliyeti var. Ofis ortamındaki sesleri de önemli ölçüde kesiyor fakat yakınınızda birisi yüksek sesle konuşuyorsa onu tamamen filtreleyemiyor. Bu söylediklerim müzik açmadan sadece gürültü engelleme özelliğini açtığınız durum için olan bilgiler. Eğer müzik açarsanız ve benim kadar az sesle dinleyen birisi değilseniz kesinlikle ortamdan izole hissedebilirsiniz. Sonuç olarak başka benzer kulaklık kullanmamış birisi olarak on üzerinden dokuz verdiğimi söyleyebilirim. Günlük yaşamımın her anında tamamen sessiz bir ortam elde edemiyorum, ama yaşam kalitemi artıracak kadar da iyi. 

Kullanım ve konfor özelliklerine gelecek olursam bana göre en büyük konfor eksiği farklı cihaza bağlanmak için bağlı olduğu cihazdan bağlantıyı kesip tekrar yeni cihaza bağlamak gerekmesi. Durumu anlatmak için kurulan cümle bile yeterince rahatsız ediciyken işlemi yapmak günümüzde bu seviyede bir üründe bulunmasını istemeyeceğiniz kadar keyifsiz. Beats’ler Apple ekosisteminde olduğu için bu konuda çok daha iyi kullanıcı deneyimi sunuyordur diye tahmin ediyorum ve yorumlar da bu yönde. Bununla birlikte Bose da çoklu cihaz bağlanma özelliği sunuyor diye biliyorum. Kullanım konusunda bir diğer kötü diyebileceğim özellik ses ve parça kontrolü için fiziksel düğmeli tuşlar bulunmaması, bunun yerine dokunmatik bir yüzey olması. Bu özelliği estetik olarak hoş bulduğumu söylemeliyim, fakat otomobillerde de yaşadığım gibi kontrollerin sezgisel yapılması pek kolay olmuyor. Özellikle bazen ses kontrolü yapmak isterken elimin kayması sonucu sonraki veya önceki parçaya geçme gibi problemler yaşıyorum.Son olarak hoşuma giden birkaç özelliğe daha değinerek yazıyı tamamlamak istiyorum. WH1000XM3’ün malzeme kalitesinin ve hissiyatının tatmin edici olduğunu söylemeliyim. Kulakları kavrayan ve başınızın üstüne gelen yerdeki deri veya derimsi malzemenin ve genel olarak kullanılan plastiğin göze ve parmaklara hissettirdikleri keyif verici. Ayrıca, saklama kutusu ve kutu içinden çıkan kablo ve uçak bağlantı aparatı güzel detaylar. Bu tamamlayıcı elemanlar bildiğim kadarıyla Bose’de de var, fakat Beats’lerde olmayabilir. Sonuç olarak, ben ilk ay itibariyle Sony’den memnunum fakat değerlendirdiğim diğer kulaklıklardan birisini de tercih etmiş olsam muhtemelen yine memnun olurdum.

Changing Team in Company

This is my third team in this company. I want to write about my experiences of changing team in same company. Two transfers were totally different experiences for me. For the first one I talked with my manager to change team, but in the second one I learned that my team will be abandoned.

In the first transfer I spook with my manager and tell him to I want to work on different topics, and I want to work with new people. I was in the same team for about three and a half year and my work was repetitive for me. It was a chance for me that an organization change was planning at the same time with my talk and my manager ask me to jump a new team. We talked about the interest area of the new team and the team members, at the end of the talk accepted the offer. Since both teams were reporting to same manager it was easy to transfer in paperwork manner. I talked with heads of both units and we decided a schedule about transferring ongoing works. However, one of my colleagues from my new team was suddenly quitted the job. Therefore, I switched immediately to new team and started to work on new project.

In my second transfer, we learned that our team will be closed, and responsibilities of our team will divide to different teams. Since it was again my three and a half year in the same team, I wanted to change my work also and talked again with my manager, so I was transferred to a new team with totally different work area. I passed my subjects from previous team to three people from three different units and get new chairs in my ex-projects on behalf of new team.There are both pros and cons of skipping to new team in the same company. In my opinion the most important disadvantage is loss of carrier gains. Since it is totally new area you will be a rookie after transfer.  Another disadvantage related with the first one is almost all knowledge which you save in the previous team become useless. Adaptation to new colleagues and learning new stuff is also challenging. These challenges are disadvantages of changing team but in another perspective, I selected to transfer to a new team to learn new topics and get experience with working together with different people. Therefore, the most important pros of changing team are chance to work new issues and learning from new people. Also getting perspective of different units to same project is a plus. If you are at the same team for whole time of the project you can only see the one side of the project. However, all units have their own priorities and constraints. In short, I like to work on different topics and work with different talents so changing team for every 3 to 5 year is a pleasure for me, but one should consider his/her expectations while deciding to switch to a new team.

Covid Önlemleri Sağlığımızı Bozmuyor Mu?

Sağlığın tanımını kişinin fiziksel, ruhsal ve sosyal açıdan iyi olma hali olarak yapıldığını katıldığım bir konferansta duymuştum. Daha sonra araştırdığımda tanımın Dünya Sağlık Örgütü tarafından yapıldığını öğrendim. Zannediyorum yazının başlığını ve ilk cümleyi okuyunca bundan sonra söyleyeceklerimi tahmin etmek zor değil. Covid19’un fiziksel sağlığımızı tehdit ettiği açık bir gerçek fakat fiziksel sağlığımızı korumak adına ruhsal ve sosyal sağlığımızdan, hatta fiziksel sağlığımızdan da çok fazla ödün verdiğimizi düşünüyorum.

Tüm günü kapalı bir yerde geçirmenin insana göre olmadığını zannediyorum. Kısa bir süre, bir hafta kadar, zorlanarak da olsa buna katlanılabilir diye düşünüyorum. Fakat, bunun ötesinde sadece kapalı alanlarda kalmak benim ruhumu daraltıyor. İki ayı aşkın süredir akşamları ve hafta sonları sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Bu durum, benim gibi hafta için tam gün çalışan insanlar için açık havadan ve güneşten yeteri kadar istifade edememe anlamına geliyor. Özellikle bu sürecin günlerin en kısa olduğu döneme de rast gelmesi ile güneşi göremeden biten günler oldu. Bu aktardıklarımın ruhen sağlıklı bir yaşam olduğunu söyleyemeyiz diye düşünüyorum. Anlattıklarım psikolojik gelişimi ve dengesi iyi bir durumda olan yetişkin insanı bile huzursuz ediyorken, aynı koşulları çocukların da yaşadığını unutmayalım. Doğayla, canlılarla, insanlarla etkileşime girip yeni duyguları deneyimlemesi gereken çocuklar biz yetişkinlerden çok daha sert kısıtlamalarla karşı karşıya. Bu durum onların gelişmekte olan ruhsal sağlığını bozup belki kalıcı problemlere sebep olacak. Gün içerisinde haberlerde sürekli salgın hakkında yapılan korkutucu haberler ve temizlik üzerin çekilen, bence, aşırı dikkat ilerde çocukların anlamsız korkular yaşamasına sebep olabilir.

Pandemi tedbirlerinin sosyal sağlığını olumsuz etkilememiş bir kişi dahi olduğunu sanmıyorum. Tedbirlerin temeli insan etkileşimini azaltarak doğrudan sosyal ilişkilerimize kısıtlama getirmek üzere kurgulanmış durumda. Bu durum aynı evde yaşadıklarınız hariç olmak üzere sevdiklerinizi daha az görmek onlarla daha az etkileşime girmek anlamına geliyor. Zannediyorum ki bu durumu tam bir iyilik hali olarak tanımlamak mümkün değil, yani sağlıksız bir durum. Ruhsal sağlık konusunda bahsettiğim çocukların bundan daha fazla etkilenmesi durumu aynı şekilde, belki daha yoğun, sosyal sağlık konusunda da geçerli. Aldığımız tedbirler çocuklarımızın geleceğinde düzeltilemez sosyal sorunlara sebep olabilir.

Son olarak, fiziksel sağlığımızı daha güvenli hale getirmek için aldığımız tedbirlerin farklı fiziksel sağlık sorunlarına sebep olabilme ihtimalinden bahsetmek istiyorum. Sokağa çıkma yasakları ve birçok yerin kısıtlı çalışması sebebiyle daha az hareket eder hale geldiğimizi düşünüyorum. Hareketsizliğin kas-kemik rahatsızlıkları, obezite gibi çeşitli problemlere yol açtığı genel çevreler tarafından biliniyor. Biz Covid19’dan kaçarken pandemi öncesinde de hızla artmakta olan hareketsizlik sebepli başka hastalıklara tutulma ihtimalimizi de artırıyoruz diye düşünüyorum.

Sonuç olarak bir tehditten kaçarken sağlığımız açısından birçok yeni tehdit oluşturduğumuzu muhakkak göz önünde bulundurmalıyız ve tedbirleri gevşeterek çok daha makul seviyelere çekmeliyiz. Var olan kısıtlamaların gevşetilmesinin pandemi sebebiyle daha fazla kişinin yaşamını yitirmesine sebep olabileceğini biliyorum. Yaşadığımız problemin herkes için kazançlı olacak bir çözümü yok gibi görünüyor, bu durumda Covid19 sebebiyle daha fazla büyüğümüzü kaybetmek mi yoksa tedbirler sebebiyle fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak arızalanmış bir nesil mi çelişkisinin içindeyiz. Ben bu durumu savaşa benzetiyorum ve gelecek özgür, gelişmiş günler için maalesef şehitler vermek zorundayız diye düşünüyorum. 

My Online World After Covid19

As everybody feels Covid19 epidemic speeded up digitalization of daily life. From my perspective basically I live that quick change in three areas. First one is online shopping. I and my wife were using online shopping websites for various products such as electronics, book, spare for car etc. However, we do not prefer daily or weekly shopping from online grocery. In fact, I was having a bit more tendency to online shopping for daily usage, but it was not enough for switch yet. I was having a question about freshness of vegetables and fruits and expiration date of other products. Pandemic pushed us to cross the line and we tried “sanalmarket”. Since we had a good experience, we continue to use online shopping to buy fruit, vegetables, milk or something like them. We also tried “macrocenter” and “istegelsin” for this kind of shopping. We like “istegelsin” also and still sometimes we use it, but “macrocenter” was not a satisfactory experience. Shopping was taking approximately an hour every week for me. Online grocery shopping avoids me noticeable time loss. We frequently use applications which I mentioned above, but sometimes we need a small piece quickly. In that case there are quick delivery applications, “banabi” and “getir”. They are a bit expensive, but almost instant. We had another change in shopping habit in meals. Almost every weekend we go out and had a launch in a restaurant as family. Since restaurants are closed for eating in place, now we start to order food to home in weekends. It is not the same experience and pleasure, but it is the only choice for now.

Second digitalization change because of Covid19 in my life is occurred in weekly meetings with my friends. Almost every Friday evenings we were hanging out. However, since coffees are closed and curfew it is not possible to meet at outside. Therefore, we moved to online meetings. We meet online and chat again Friday evenings. Online meetings have some small advantages such as not must to drink coffee at night; it affects negatively my sleeping quality. Also, it is appropriate for short attendance. However, online friend meeting is not an alternative for conventional meeting because it is not a full experience. Heaving dinner together, being in a new place complement chatting with friends.

Last topic which I want to mention is online meetups. Before pandemic I was attending some conferences, talks and meetups physically but now all these activities are in online world. This new age brings both pros and cons. It is possible to attend more activities because there is no transportation time loss. Also, since location is not a constraint now there are too many options.  On the other hand, there is less or no chance for network building, they are definitely less funny and since it is easy to abandon, I am less motivated to attend. 

Online Course Part 2

First two courses of the training finished, and I want to share my experience, feelings and thoughts about the courses. Firstly, in my opinion the most beneficial part of the courses is team project. During the course every week you work on a project. For the first two weeks projects are individual activity, later team works begin. Talking about the questions of the project with other students broaden my perspective. Even instructors mention about different ideas in the video part of the course or there are several approaches to topics in the written parts, it is not possible to ask further questions about their perspective to deeply understand another person’s view. However, while working as a team I can instantly and without any time limitation ask questions to my colleagues about their perspective. Moreover, since I need to support my opinions in team projects I feel more motivated to further elaborate my ideas and express them in an elegant way.

Secondly, I need to tell that during the course I realized one more time that worldwide popular companies are not have perfect processes or design and development techniques. In the courses there are several opportunities to connect with other participants via both polls and forums. I carefully follow the results and topics of these parts and saw that engineers from much known companies have similar problems, challenges and process with me. I believe that the only difference of my company or other companies like it is we has started working on this kind of engineering topics later than them. Since the technology changes rapidly we have chance to adopt new technologies faster and create better products.

Lastly I would like say that, not for specifically systems engineering topic but for in more general case, I feel happy just by learning new staff. Following a course feels me better just like reading a novel or watching a movie or visiting a museum. So, I hope to always learn about anything valuable.

New Online Course

Life long learning is a passion for me. I always feel better when I begin a new learning adventure. After my graduation I continued to seek various learning activities. I did not complete my PhD but I learned a lot from that journey too. In fact I more like face to face education, I have convincing reasons for that but it is not the topic of this post,  but for last five years it is a bit more hard for me to attend classes in a physical building regularly. Therefore, I have started to satisfy my learning desire by online courses. 

Two weeks ago I have just started to pursue a new program called Architecture and Systems Engineering: Models and Methods to Manage Complex Systems on MIT xPro. This is my first paid online course. I would like to thank my company to pay it. I heard the program from one of my friend just a week ago to kick off of the course. In a week I adjusted all paper work for purchase of the program with the help of both Roketsan and MIT staff.

Now, first two weeks of the first course of the program had finished. Courses are not only videos which an instructor explain something, but it is an experience which includes reading some text, watching videos, writing in discussion forums and doing graded and project assignments. I spend about an hour daily for four days in a week. For the first two weeks course content and assignments were not too hard but in next weeks I expect that there will be more complicated topics.

In my profession I am working in a team which designs missile launcher systems for aircrafts and UAVs. Since all aircrafts, missiles and launchers are complicated systems with many subsystems, systems engineering approach is a necessary asset for whom deals with this kind of business. So, my main expectation from the course is improving my abilities about challenging with complex systems. Moreover, I hope to refine my insight about global product development mentality. I will update this post or add a new one after end of the first course of the program.

Kitap Dinlemek

Gün içinde önemli miktarda boşa geçen zamanım olduğunu farkettim. İşe gidip gelirken her gün bir saatten fazla zaman kaybediyorum. Gözlemlerim kadarıyla servis kullanan çoğu kişi bu vakti uyuyarak geçiriyor. Ben genellikle uykumu iyi aldığım için yolda uyuma ihtiyacı hissetmiyorum, zaten konforlu bir uyku olmadığı için uyusam dahi faydalı olmadığı kanaatindeyim. Verimsiz geçen bu zamanı kıymetlendirmek için gidip gelirken kitap okuyabileceğimi düşündüm. Fakat aracın sarsıntısı rahat bir okuma ortamı sunmuyor. Bununla beraber, kış aylarında hem sabah, hem akşam yolda geçirdiğim anlarda havanın karanlık olması ile okumak imkansız hale geliyor. Ben de bu vakitleri okuma yerine dinleme ile değerlendirebileceğimi düşündüm. 

Öncelikle podcastlere başladım. Bahri Karaçay’la Bilim’in ve Girişimci Muhabbeti’nin birçok bölümünü dinledim ve düzenli takip ettim. Bunlara benzer farklı podcastlerden de çeşitli bölümlerini dinledim. Dinlemek o kadar keyifli geldi ki bir süre sonra akşamları yaptığım yürüyüşlerde de podcast dinlediğimi, hatta podcast dinlemek için bazen yürüyüşleri uzattığımı farkettim. Fakat podcastte bana yetmeyen bir şeyler olduğunu hissediyordum. Uzun bir podcast dinlediğimde bilgi edinmek konusunda çok küçük bir fayda elde ettiğimi, daha doyurucu bilgiye ulaşmak için kitap karıştırmam gerektiğini gördüm. Kitap bir konuyu anlatmak için belli bir plan çerçevesinde düşünülerek yazılıp, farklı gözler tarafından yayınlanmadan önce incelendiği için, podcast ile kıyas kabul etmeyecek şekilde, bilgi aktarımı açısından üstün bir yöntem. Kurgusal olmayan kitapların yanında, roman ve hikaye gibi sanatsal kaygılarla yazılmış kitapların zihnimde bıraktığı lezzet de podcastlerde bulunamayacak ayrı bir keyif. Bu sebeplerle podcastle vakit kaybetmek yerine doğrudan kitap dinleyebilir miyim diye düşündüm. 

Konuyla ilgili biraz internete baktığımda görme engelliler için sesli kitapların olduğunun gördüm. Fakat bunların çoğu çeşitli kütüphanelere üyelik gerektiriyordu ve görme engelli değilseniz kütüphaneye üye olsanız dahi sadece basılı kitapları kullanabiliyordunuz, sesli kitaplara erişim imkanınız yoktu. Bir şekilde internet üzerinde bazı sesli kitapları mp3 formatında bulup indirdim ve dinlemeye başladım. Sesli kitap dinleme deneyimi hoşuma gitmişti ama yeteri kadar hızlı ve kolay şekilde istediğim kitapların sesli formatlarına ulaşamıyordum. Yine kitapları ararken bir gün  Storytel’e denk geldim ve bu uygulamayı denemeye karar verdim. Uygulamada sınırsız ulaşılabilen birçok Türkçe ve İngilizce kitap vardı ve buradaki kitaplar internetten bulduğum sesli kitaplara göre çok daha iyi bir seslendirmeye sahipti. İçinde tabii ki aradığım her kitap yoktu, fakat içindeki kitaplardan hemen her daim ilgimi çeken bir şeyler buldum.

Bugün baktığımda 20 ayda 200’e yakın kitap dinlemişim. İşe gittiğim her gün mutlaka dinliyorum. Spora veya yürüyüşe çıkarsam orada da dinliyorum. İş seyahatlerine çıktığımda, yolculuk esnasında ve akşamları otelde uzun saatler dinleme imkanım oluyor. Şehir içinde araç kullanırken de dinlediğimi düşününce sesli kitap dinlemek için bir hayli fırsat olduğunu görüyorum. Uygulama dinleme hızını kendinize göre ayarlama imkanı sağlıyor ve ben genellikle 2x hızla dinliyorum, sadece araç kullanırken normal hıza getiriyorum. Böylece günümüzün yoğun şehir hayatında kitaplara daha fazla zaman ayırma imkanı buluyorum. Şunu da belirtmeliyim ki kitap dinlemek, kitap okumanın alternatifi değil. Sadece günümüzde kitaplarla iletişim içinde olmaya yardımcı bir yöntem. Kitap okurken yapabildiğiniz, sayfalara not alma, keyif aldığınız veya önemli bilgiler içerdiğini düşündüğünüz bir paragrafı dönüp, düşünüp tekrar tekrar inceleme imkanınız dinlerken yok. Bu sebeple tekraren belirtmeliyim ki kitap dinlemek, okumanın yerini tutabilecek bir faaliyet değil.

Gelelim biraz da Storytel’in eksik bulduğum yönlerine. Öncelikle yukarıda olumlu olarak söylediğimi tersten söylersek, hemen her zaman dinlemek isteyeceğim kitap bulabilmeme rağmen okumak istediğim her kitabı burada bulamıyorum. Herkesin istediği kitapların tek uygulama içerisinde olmasının mümkün olmadığının farkında olarak bunu söylüyorum. Kitapları farklı yayınevlerinin bastığını düşünürsek sesli kitapta tek uygulama üzerinden bulunamaması gayet anlaşılır karşılanmalı. Fakat, uygulama üzerinde kitap talep etme gibi bir özellik bulunsa dinleyiciler tarafından talep edilen kitaplar daha iyi tespit edilebilir. Belki bu durum kitapların telif haklarının alınması aşamasında Storytel’in pazarlık kabiliyetini azaltabileceği için tercih edilmiyor olabilir. 

Uygulama üzerinde eksikliğini hissettiğim başka özellikler de var. Örneğin, kişisel dinleme verileri ile ilgili daha fazla görselleştirme sunulabilir. En çok dinlenilen saatler, aylık, haftalık dinleme süreleri gibi. Bu özelliklerin herbiri elbette masraf ve böyle ek özelliklere para ayırmak yerine şirket daha fazla kitap sunmayı tercih etmiş olabilir. Şayet durum buysa, iflah olmaz bir dinleyici olarak benim de tercihim daha fazla kitap yayınlanmasından yana olacaktır. İki eğlenceli özelliği şirket yakın zamanda uygulamaya kazandırdı. Bunlardan ilki, muhtemelen eklenmesi istenilen özellikler sorulsa herkes tarafından ilk sırada belirtilecek olan, dinlenen kitaplar hakkında yorum yazabilme özelliği. İkincisi ise siz bir kitabı dinlerken sizinle aynı anda kaç kişinin daha o kitabı dinlediğini görebilmeniz. Uygulamaya bu iki özelliğin gelmesi ileride farklı özelliklerin de eklenebileceğinin işareti. 

Son eleştirim hem bir uygulama özelliği ama daha çok bir tanıtım yöntemi ile ilgili. Şu ana kadar on kadar arkadaşımı çok sevdiğim bu uygulamaya abone yapmışımdır, bir çok diğer uygulamada olduğu gibi Storytel’de de arkadaşını üye yapanlara belirli bir süre ücretsiz üyelik verilebilir. Bunun yerine başka tanıtım yöntemleri seçmek de bir tercihtir ve belki de ticari olarak daha verimlidir. Şimdiye kadar benim görebildiğim tanınmış kişilere iyi podcastler yaptırıp, podcast severlere ulaşmayı amaçlıyorlar. Bir diğer yöntem olarak da İstanbul metrosunda reklamlarına rastlamıştım. Hangi tanıtım kanallarının uygulamanın hedef kitlesi için daha çekici olduğunu bilmiyorum fakat umarım şirket yöneticileri organizasyonun sürdürülebilirliğini sağlamak için en doğru kararları verirler ve ben de uzun süreler bu sayede daha bir çok kitabı dinleyebilirim. 

Son olarak ücretler konusuna gelecek olursak, Storytel’in abonelik fiyatlandırması bence gayet uygun. Ben bu yazıyı yazarken aylık 30 TL üyelik ücreti karşılığında istediğiniz kadar kitabı dinleyebiliyordunuz. Yaklaşık basılı bir kitap fiyatına bir ay boyunca sınırsız kitap dinleyebilmek benim gibi uygulamayı çok kullananlar için cazip bir ücretlendirme. Bunun yanında uygulamada sadece Türkçe değil İngilizce kitapları da dinleyebildiğinizi ve yabancı kitapların fiyatlarını düşünürseniz ne kadar uygun olduğu daha net anlaşılır diye düşünüyorum. Umarım daha fazla insan bu uygulamayı kullanır ve böylece hem daha fazla sesli kitap yayınlanır hem de daha fazla insanla kitaplar hakkında konuşma imkanı yakalarım.  

Hatay Gezi Notları Birinci Bölüm

Bu sene yıllık iznimin iki gününde medeniyetler şehri Hatay’ı gezdim. Yalnız başıma yaptığım bu geziye 22 Ağustos’da Anadolu Jet’in Ankara Hatay seferi ile başladım. Ankara’dan Hatay’a günde sadece bir sefer var ve o da 15:55’de. Benim şansıma bir de yarım saat kadar gecikme yaşanınca Hatay Havaalanı’na 17.40 gibi ulaşmış oldum. Havalimanından Antakya’ya ve İskenderun’a Havaş’ın araçları var, Antakya ücreti 15 lira. Havaş ile yaklaşık 40 dakikada kalacağım Antakya Öğretmenevi’ne ulaştım. Öğretmenevi’nde iki kişilik oda da tek başına kalma ücreti oda-kahvaltı olarak öğretmen veya memur olmayan bir kişi için 75 TL. Öğretmenevi konum olarak tarihi Antakya’ya yakın, Antakya’daki diğer otel fiyatlarına ve konumlarına baktığımda benim için en makul yer burasıydı. Birçok kişi de böyle düşünüyor olmalı ki gittiğimde lobi bir hayli kalablıktı, bu sebeple burada kalmayı düşünüyorsanız önceden telefon edip yer ayırtmanızda fayda var.

Otele giriş yapıp çantamı odaya bıraktıktan sonra doğruca tarihi şehre gittim. Asi’yi kolayca atlamanızı sağlayan köprüyü geçince karşınızda şehrin ulucamisi bulunuyor. Yaklaşan akşam namazını Ulucami’de mi yoksa Anadolu’nun ilk camisi olan Habib’i Neccar Camisi’nde mi eda etsem diye düşünürken genç olanda abdest alarak büyüğün elini öpmeye gitsem her ikisinin de gönlünü hoş ederim diye düşündüm. Sıcak havada soğuk suyla ferahladıktan sonra kalabalık sokaklardan geçerek Habib’i Neccar Cami’sine kavuştum. Avluda Mevla’yla buluşma vaktini bekleyenleri selamlayıp tarihi mabedin kapısından geçerek ilk saftaki yerimi aldım. Segah makamındaki çağrıyla birlikte içerisi dolmaya başladı ve namaza geçildi.

Bu kutlu mekandan çıkıp doğruca meşhur Hatay mutfağını tecrübe etmek için caminin hemen yakınındaki Uzunçarşı’ya daldım. Hatay’a gelmeden önce yemek yemeyi planladığım mekanlardan birisi olan Pöç Kasabı’nı buldum ve girip bir masaya oturdum. Siparişi vermiş ve hatta soğuk ayrandan yudumlayarak içimi serinletmeye başlamıştım ki garson gelip siparişimi hazırladıklarını ama maalesef pişirmek için yolladıkları fırının kendilerine haber vermeden kapatmış olduğunu söyledi, bu durumdan mahcup olduğunu ekleyerek. Nane ve ayranla biraz serinledikten sonra kalkıp hesabı ödemek için kasaya gittiğimde ikramları olduğunu söyleyip az önceki durumdan dolayı tekrar özürlerini belirttiler. Ben de açlığım biraz daha uzamış olsada yarın tekrar gelmek şartıyla listemdeki bir başka mekan olan Avlu Restoran’ı aramaya başladım.

Avlu Restoran’a giderken iyice kararmış havaya rağmen girdiğim dar sokakların ıssız olmadığını görünce şaşırdım. Çünkü ilk kez gittiğim bir şehirde içinde bulunduğum zaman ve mekan sebebiyle en azından ürpermem gerkiyordu. Oysa renkli dükkanlar ve şen insanlar benim gerilmeme fırsat vermediler. Eski Antakya’nın bu sıkışık sokaklarında biraz hislerimle çokca da “google maps”le yönümü tayin ettim ve çeşitli kafe ve butik otellerin arasında aradığım yeri buldum. Avludaki tüm masaların dolu olması beni dik merdivenleri tırmandırarak balkondaki küçük masalara yönlendirdi. Oturduğum kartal yuvasından lezzetli yemekleri tadarken mekandaki insanları gözlemleme fırsatı da buldum. Yemeği, yediğim en güzel künefe ile taçlandırdım ve öğretmenevinin güzel bahçesinde geceyi bol çay ile demlemek üzere yola koyuldum.

Hürriyet Caddesi’nden köprüye doğru salınmaya başlayınca kulağıma güzel müzikler gelmeye başladı. Müziğin nerden geldiğini anlamaya çalışırken caddenin kıvrımını dönünce müzisyenlerin çevresinde halelenmiş insanları gördüm. Ben de aralarına karışıp sıcak yaz akşamında açık havada ince müziğin tadını çıkardım.   Bir saat kadar burda eğlendikten sonra çay ihtiyacımı daha fazla öteleyemerek öğretmenevine doğru küçük tırmanışıma başladım. Yolun sonunda yeşil ağaçların altında hafif esen rüzgarla birlikte demli çayıma kavuştum ve bahçedeki diğerleri gibi ocağın dinlenme vaktine kadar yeni günün ilk saatini çevredekilerle sohbet ederek tamamladım.

Bursa Gezi Notaları İkinci Bölüm

İlk bölümde Söğüt, Bilecik ve İznik’te gördüklerimi anlattığım yazının bu bölümüne Bursa ile devam ediyorum.

İznik Bursa arasındaki yol yeşilliklerle doluydu. Her yerde yeni canlanan tarlalar, bahçeler ve ağaçlar. Yeşil Bursa sözünün ne kadar yerinde bir deyim olduğunu tekrar görme fırsatı yakaladım. Fakat şehir merkezi için aynı şeyi söylemek maalesef mümkün değil. Bursa’ya vardığımızda yoğun trafiğin ortasına dalıp, öncelikle Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin türbelerini ziyaret etmek için Tophane civarlarında bir otopark aradık. Dar sokaklar arasında, itibarsız ve pahalı bir yer bulup aracı bıraktık. Tophane’ye doğru tırmanırken dar kaldırımlar ve gürültülü araçların arasında kendimi İstanbul’da gibi hissettim. Günümüz keşmekeşinin bu kadar yoğun yaşandığı bu bölgede tarihin lezzetini almak mümkün olmadı. Tophane’den şehir manzarasına baktığımda ise maalesef bir beton denizi ile karşı karşıya kaldım ve bu noktadan bakan hemen herkesin şikayetçi olduğu o meşhur binalar… Tophane’den Ulucami’ye inerken çarşıların içerisinden geçtik. Yüzyıllar önce ticaretin merkezi olması için inşa edilen yapılar hale aktif olarak hizmet vermeye devam ediyor. Fakat Ulucami’nin ana kapısının hemen önündeki çarşının genişleyerek cami avlusuna dayanmış olması muhteşem eserin bu yüzündeki güzelliklerin yeterince görülmesine mani oluyor. Muhtemelen aynı sebeple de önü ferah olan doğu kapısı cami giriş çıkışlarında daha yoğun olarak kullanılıyor.  Ulucami’nin içerisinde üstatların hat levhalarını ve kündekari tekniği ile yapılmış bir şaheser olan minberi tekrar görme fırsatı yakaladım. Söğüt’te 1276’da inşa edilen Kuyulu Mescid’i ziyarettern sonra yaklaşık 125 yıl arayla Bursa’ya kazandırılan Ulucami’yi görmek, Kayı’nın beylikten cihan devletine geçişini zihnimde daha kolay canlandırmamı sağladı. Sanırım tarihi mekanları ve eserleri ziyaret etmenin en önemli kazançlarından birisi de duyarak öğrendiğimiz tarihi daha iyi içselleştirmemizi yardımcı olmasıdır. Tarihi mabedi ziyaretin ardından akşam yemeği için vakit gelmişti. Bursa deyince akla gelen ilk yiyecek olan iskenderi yerinde deneyelim dedik. Heykel civarındaki dükkanda karnımızı doyurduk. Lezzet olarak kötü değildi fakat daha önce yediklerime göre fiyatına oranla da değer bir fark hissedemedim. Özellikle lokantanın yoğun olmamasına karşın yemek sonrası çay ikramı yapılmaması ve garsonların ilgisiz yaklaşımı da beğenimi azalttı. Fakat bu yorumlarımı arkadaşlarımla paylaştığımda Botanik Park’taki restoranın lezzet,  ortam ve hizmet açısından daha iyi olduğunu ve bir de orayı denemem gerektiğini öğrendim.

Yemek sonrasın Ulucami’ye doğru ilerlerken duyduğum kutlu davete icabet etmekten kendimi alamadım. Yıllanmış şadırvanda temizlendikten sonra uzun saflar arasında yerimi aldım. Çıktığımda hava kararmıştı, caminin karşısındaki dar sokaklara dalarak aracımızı bıraktığımız izbeden çıkardık. Yine bu dar sokaklardan tırmanarak Karabaş-ı Veli Dergahı’na vardık. İlk anda bahçesinde bir sokak düğünü olduğu hissine kapıldığımız bu Mevlevi dergahında her akşam düzenlenen semah törenine katılmak istiyorduk. Bahçeye adım attıktan sonra herkes gibi biz de birer tabure bulup oturduk ve ikram edilen çay eşliğinde sessizce sohbet ettik. Etraftaki hafif hareketlenme ile bahçeden kalktık ve semahın icra edileceği mekana girip ferah bir köşeye iliştik. Oturduğumuzda enstrümantal nağmeler yeni başlamıştı. Bir yandan insanı dinginleştiren bu sufi müziğin tadını çıkartırken bir taraftan da ortamdaki insanları seyrettim. Bir süre sonra ayini yönetecek kişi, dönen dervişler ve koro geldi. Onların içeri girmesi ile daha hareketli bir müzik çalınmaya ve güfte de ona eşlik etmeye başladı. Yaklaşık kırk beş dakika kadar süren etkileyici gösteri yatsı ezanıyla tamamlandı. Bursa’yı ziyaret edecek müzik ve dans severlerin, tarihe ve tasavvufa ilgi duyanların ya da sadece açık havada oturup çay eşliğinde sohbet etmek isteyenlerin mutlaka görmeleri gereken bir yer olduğunu düşünüyorum. Birçok kişi de benimle aynı fikirde olacak ki Trip Advisor’da Bursa’da yapılacaklar arasında Karabaş-ı Veli Kültür Merkezi’ni ziyaret etmeyi de görebilirsiniz.

Geceyi geçirmek için Ahmet’in ailesinin yazları yaşadığı Karacabey’in Boğaz adı verilen bölgesine gittik. Yol gidiş-geliş, dar ve aydınlatmasız. Yolu da çok iyi bilmememiz sebebiyle oldukça yavaş gittik. Boğaz Marmara Denizi kıyısında ardını ıhlamur ormanlarına yaslamış küçük bir yerleşim. Vardığımızda tüm gün gezmiş olmanın yorgunluğu vardı üzerimizde, denize karşı çay eşliğinde biraz sohbet ettikten sonra iki günlük gezimizin ilk yarısını tamamlamış olduk.

Sabah uyandığımızda lezzetli kurabiye ve böreklerle deniz manzarası eşliğinde güzel bir kahvaltı yaptık. Ardından arabayla, inşaat halindeki sahili turladık. Boğaz’ın denizinin denizanası ve yosun sebebiyle genellikle pek tat vermediğini öğrendim. Boğaz’dan ayrılmadan önce orman içerisindeki piknik alanında yarım saatlik bir yürüyüş yaptık ve tekrar eve uğrayarak Ahmet’in annesinin bizim için hazırladığı yollukları da alarak vedalaştık. Bursa’ya doğru giderken Karacabey’e uğrayıp Ahmet’in abisini de ziyaret ettikten sonra Uludağ’a çıkmak için doğruca teleferik istasyonuna gittik. Bursa merkezinde hava çok sıcak olmasına rağmen yukarının serin olabileceğini düşündüğümüz için yanımızda getirdiğimiz kalın kıyafetleri de aldık. Teleferik ücreti öğrenciler için gidiş geliş 27 lira (Mayıs 2017), bileti alırken öğrenci kimliğinizi görmek istiyorlar. Teleferiğe binmek için 5 dakika gibi bir süre sıra bekledik, bu esnada teleferiği kullananların çoğunluğunun Arap turistler olduğunu gözlemledim. Kabinde bizim haricimizde bir rehber ve bir alan uzmanı vardı. İlk durak olan Sarıalan’a kadar, aslında arada Kadıyayla durağı var ama inşaat çalışması sebebiyle kapalıydı, yaklaşık 15 dakika sohbet etme şansı yakaladık. Uludağ çerçevesinde turizm ve dağcılık hakkında işin erbabından çeşitli bilgiler aldık. Sarıalan’da biraz yürüyüş yaptık ve yanımızda getirdiklerimizle öğle yemeğini yemiş olduk. Yemeğin ardından oteller bölgesine gitmek için tekrar teleferiğe bindik. Bu sefer de yanımızda oteller bölgesinde dükkanı bulunan bir esnaf vardı. Onunla da Bursa’nın ve Uludağ’ın ticari hayatı ile ilgili konuştuk. Oteller bölgesinde teleferik istasyonunun çevresinde oturup biraz sohbet edip fotoğraf çektik. Kayak pistlerinin olduğu bölgeye gitmek için uzunca bir yol yürümek veya bir araca binmek gerektiği için o tarafa gitmedik. Bence yürüyüş veya piknik gibi bir amaçla Uludağ’a çıkıyorsanız Sarıalan, Oteller Bölgesi’ne göre daha iyi bir tercih olabilir.

Uludağ’dan indikten sonra Kınalı Kar dizisiyle meşhur olan Cumalıkızık Köyü’ne gittik. Mahşeri kalabalık köyün yolunda başlıyordu. Zar zor aracımızı bıraktıktan sonra köyün içinde yürürken de kalabalıktan rahatsız olduk. Köyün içinde biraz gezdikten sonra izdiham seviyesindeki yoğunluğa daha fazla maruz kalmamak için dönüş yolunu tuttuk. Cumalıkızık UNESCO tarafından koruma altına alınmış, benzer şekilde Safranbolu yakınlarında Yörük Köyü de koruma altında. Daha önce Yörük’de bulunmuştum ve oradan daha çok keyif aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Tavsiyem yoğun olabilecek gün ve saatlerde bu köyleri ziyaret etmemeniz, çünkü bu mekanları özel yapan dokuyu kalabalıklar içinde hissedebilmeniz mümkün değil. Tenha zamanlarda kahvaltı veya çay eşliğinde hoş vakit geçirebilirsiniz.

Dönüşte akşam yemeğini İnegöl’de yedik ve Bursa’nın benim için en güzel lezzeti olan kestane şekerlerinden aldık. Ankara’ya dönerken anneler günü olması sebebiyle Eskişehir’e de uğradık ve hem annemi ziyaret etmiş oldum hem de bir kahveyle yolun son kısmı için enerji topladık. Ankara’ya geldiğimizde arkamızda tarih ve doğayla dolu güzel bir hafta sonu bırakmıştık.