Kitap Dinlemek

Gün içinde önemli miktarda boşa geçen zamanım olduğunu farkettim. İşe gidip gelirken her gün bir saatten fazla zaman kaybediyorum. Gözlemlerim kadarıyla servis kullanan çoğu kişi bu vakti uyuyarak geçiriyor. Ben genellikle uykumu iyi aldığım için yolda uyuma ihtiyacı hissetmiyorum, zaten konforlu bir uyku olmadığı için uyusam dahi faydalı olmadığı kanaatindeyim. Verimsiz geçen bu zamanı kıymetlendirmek için gidip gelirken kitap okuyabileceğimi düşündüm. Fakat aracın sarsıntısı rahat bir okuma ortamı sunmuyor. Bununla beraber, kış aylarında hem sabah, hem akşam yolda geçirdiğim anlarda havanın karanlık olması ile okumak imkansız hale geliyor. Ben de bu vakitleri okuma yerine dinleme ile değerlendirebileceğimi düşündüm. 

Öncelikle podcastlere başladım. Bahri Karaçay’la Bilim’in ve Girişimci Muhabbeti’nin birçok bölümünü dinledim ve düzenli takip ettim. Bunlara benzer farklı podcastlerden de çeşitli bölümlerini dinledim. Dinlemek o kadar keyifli geldi ki bir süre sonra akşamları yaptığım yürüyüşlerde de podcast dinlediğimi, hatta podcast dinlemek için bazen yürüyüşleri uzattığımı farkettim. Fakat podcastte bana yetmeyen bir şeyler olduğunu hissediyordum. Uzun bir podcast dinlediğimde bilgi edinmek konusunda çok küçük bir fayda elde ettiğimi, daha doyurucu bilgiye ulaşmak için kitap karıştırmam gerektiğini gördüm. Kitap bir konuyu anlatmak için belli bir plan çerçevesinde düşünülerek yazılıp, farklı gözler tarafından yayınlanmadan önce incelendiği için, podcast ile kıyas kabul etmeyecek şekilde, bilgi aktarımı açısından üstün bir yöntem. Kurgusal olmayan kitapların yanında, roman ve hikaye gibi sanatsal kaygılarla yazılmış kitapların zihnimde bıraktığı lezzet de podcastlerde bulunamayacak ayrı bir keyif. Bu sebeplerle podcastle vakit kaybetmek yerine doğrudan kitap dinleyebilir miyim diye düşündüm. 

Konuyla ilgili biraz internete baktığımda görme engelliler için sesli kitapların olduğunun gördüm. Fakat bunların çoğu çeşitli kütüphanelere üyelik gerektiriyordu ve görme engelli değilseniz kütüphaneye üye olsanız dahi sadece basılı kitapları kullanabiliyordunuz, sesli kitaplara erişim imkanınız yoktu. Bir şekilde internet üzerinde bazı sesli kitapları mp3 formatında bulup indirdim ve dinlemeye başladım. Sesli kitap dinleme deneyimi hoşuma gitmişti ama yeteri kadar hızlı ve kolay şekilde istediğim kitapların sesli formatlarına ulaşamıyordum. Yine kitapları ararken bir gün  Storytel’e denk geldim ve bu uygulamayı denemeye karar verdim. Uygulamada sınırsız ulaşılabilen birçok Türkçe ve İngilizce kitap vardı ve buradaki kitaplar internetten bulduğum sesli kitaplara göre çok daha iyi bir seslendirmeye sahipti. İçinde tabii ki aradığım her kitap yoktu, fakat içindeki kitaplardan hemen her daim ilgimi çeken bir şeyler buldum.

Bugün baktığımda 20 ayda 200’e yakın kitap dinlemişim. İşe gittiğim her gün mutlaka dinliyorum. Spora veya yürüyüşe çıkarsam orada da dinliyorum. İş seyahatlerine çıktığımda, yolculuk esnasında ve akşamları otelde uzun saatler dinleme imkanım oluyor. Şehir içinde araç kullanırken de dinlediğimi düşününce sesli kitap dinlemek için bir hayli fırsat olduğunu görüyorum. Uygulama dinleme hızını kendinize göre ayarlama imkanı sağlıyor ve ben genellikle 2x hızla dinliyorum, sadece araç kullanırken normal hıza getiriyorum. Böylece günümüzün yoğun şehir hayatında kitaplara daha fazla zaman ayırma imkanı buluyorum. Şunu da belirtmeliyim ki kitap dinlemek, kitap okumanın alternatifi değil. Sadece günümüzde kitaplarla iletişim içinde olmaya yardımcı bir yöntem. Kitap okurken yapabildiğiniz, sayfalara not alma, keyif aldığınız veya önemli bilgiler içerdiğini düşündüğünüz bir paragrafı dönüp, düşünüp tekrar tekrar inceleme imkanınız dinlerken yok. Bu sebeple tekraren belirtmeliyim ki kitap dinlemek, okumanın yerini tutabilecek bir faaliyet değil.

Gelelim biraz da Storytel’in eksik bulduğum yönlerine. Öncelikle yukarıda olumlu olarak söylediğimi tersten söylersek, hemen her zaman dinlemek isteyeceğim kitap bulabilmeme rağmen okumak istediğim her kitabı burada bulamıyorum. Herkesin istediği kitapların tek uygulama içerisinde olmasının mümkün olmadığının farkında olarak bunu söylüyorum. Kitapları farklı yayınevlerinin bastığını düşünürsek sesli kitapta tek uygulama üzerinden bulunamaması gayet anlaşılır karşılanmalı. Fakat, uygulama üzerinde kitap talep etme gibi bir özellik bulunsa dinleyiciler tarafından talep edilen kitaplar daha iyi tespit edilebilir. Belki bu durum kitapların telif haklarının alınması aşamasında Storytel’in pazarlık kabiliyetini azaltabileceği için tercih edilmiyor olabilir. 

Uygulama üzerinde eksikliğini hissettiğim başka özellikler de var. Örneğin, kişisel dinleme verileri ile ilgili daha fazla görselleştirme sunulabilir. En çok dinlenilen saatler, aylık, haftalık dinleme süreleri gibi. Bu özelliklerin herbiri elbette masraf ve böyle ek özelliklere para ayırmak yerine şirket daha fazla kitap sunmayı tercih etmiş olabilir. Şayet durum buysa, iflah olmaz bir dinleyici olarak benim de tercihim daha fazla kitap yayınlanmasından yana olacaktır. İki eğlenceli özelliği şirket yakın zamanda uygulamaya kazandırdı. Bunlardan ilki, muhtemelen eklenmesi istenilen özellikler sorulsa herkes tarafından ilk sırada belirtilecek olan, dinlenen kitaplar hakkında yorum yazabilme özelliği. İkincisi ise siz bir kitabı dinlerken sizinle aynı anda kaç kişinin daha o kitabı dinlediğini görebilmeniz. Uygulamaya bu iki özelliğin gelmesi ileride farklı özelliklerin de eklenebileceğinin işareti. 

Son eleştirim hem bir uygulama özelliği ama daha çok bir tanıtım yöntemi ile ilgili. Şu ana kadar on kadar arkadaşımı çok sevdiğim bu uygulamaya abone yapmışımdır, bir çok diğer uygulamada olduğu gibi Storytel’de de arkadaşını üye yapanlara belirli bir süre ücretsiz üyelik verilebilir. Bunun yerine başka tanıtım yöntemleri seçmek de bir tercihtir ve belki de ticari olarak daha verimlidir. Şimdiye kadar benim görebildiğim tanınmış kişilere iyi podcastler yaptırıp, podcast severlere ulaşmayı amaçlıyorlar. Bir diğer yöntem olarak da İstanbul metrosunda reklamlarına rastlamıştım. Hangi tanıtım kanallarının uygulamanın hedef kitlesi için daha çekici olduğunu bilmiyorum fakat umarım şirket yöneticileri organizasyonun sürdürülebilirliğini sağlamak için en doğru kararları verirler ve ben de uzun süreler bu sayede daha bir çok kitabı dinleyebilirim. 

Son olarak ücretler konusuna gelecek olursak, Storytel’in abonelik fiyatlandırması bence gayet uygun. Ben bu yazıyı yazarken aylık 30 TL üyelik ücreti karşılığında istediğiniz kadar kitabı dinleyebiliyordunuz. Yaklaşık basılı bir kitap fiyatına bir ay boyunca sınırsız kitap dinleyebilmek benim gibi uygulamayı çok kullananlar için cazip bir ücretlendirme. Bunun yanında uygulamada sadece Türkçe değil İngilizce kitapları da dinleyebildiğinizi ve yabancı kitapların fiyatlarını düşünürseniz ne kadar uygun olduğu daha net anlaşılır diye düşünüyorum. Umarım daha fazla insan bu uygulamayı kullanır ve böylece hem daha fazla sesli kitap yayınlanır hem de daha fazla insanla kitaplar hakkında konuşma imkanı yakalarım.  

Hatay Gezi Notları Birinci Bölüm

Bu sene yıllık iznimin iki gününde medeniyetler şehri Hatay’ı gezdim. Yalnız başıma yaptığım bu geziye 22 Ağustos’da Anadolu Jet’in Ankara Hatay seferi ile başladım. Ankara’dan Hatay’a günde sadece bir sefer var ve o da 15:55’de. Benim şansıma bir de yarım saat kadar gecikme yaşanınca Hatay Havaalanı’na 17.40 gibi ulaşmış oldum. Havalimanından Antakya’ya ve İskenderun’a Havaş’ın araçları var, Antakya ücreti 15 lira. Havaş ile yaklaşık 40 dakikada kalacağım Antakya Öğretmenevi’ne ulaştım. Öğretmenevi’nde iki kişilik oda da tek başına kalma ücreti oda-kahvaltı olarak öğretmen veya memur olmayan bir kişi için 75 TL. Öğretmenevi konum olarak tarihi Antakya’ya yakın, Antakya’daki diğer otel fiyatlarına ve konumlarına baktığımda benim için en makul yer burasıydı. Birçok kişi de böyle düşünüyor olmalı ki gittiğimde lobi bir hayli kalablıktı, bu sebeple burada kalmayı düşünüyorsanız önceden telefon edip yer ayırtmanızda fayda var.

Otele giriş yapıp çantamı odaya bıraktıktan sonra doğruca tarihi şehre gittim. Asi’yi kolayca atlamanızı sağlayan köprüyü geçince karşınızda şehrin ulucamisi bulunuyor. Yaklaşan akşam namazını Ulucami’de mi yoksa Anadolu’nun ilk camisi olan Habib’i Neccar Camisi’nde mi eda etsem diye düşünürken genç olanda abdest alarak büyüğün elini öpmeye gitsem her ikisinin de gönlünü hoş ederim diye düşündüm. Sıcak havada soğuk suyla ferahladıktan sonra kalabalık sokaklardan geçerek Habib’i Neccar Cami’sine kavuştum. Avluda Mevla’yla buluşma vaktini bekleyenleri selamlayıp tarihi mabedin kapısından geçerek ilk saftaki yerimi aldım. Segah makamındaki çağrıyla birlikte içerisi dolmaya başladı ve namaza geçildi.

Bu kutlu mekandan çıkıp doğruca meşhur Hatay mutfağını tecrübe etmek için caminin hemen yakınındaki Uzunçarşı’ya daldım. Hatay’a gelmeden önce yemek yemeyi planladığım mekanlardan birisi olan Pöç Kasabı’nı buldum ve girip bir masaya oturdum. Siparişi vermiş ve hatta soğuk ayrandan yudumlayarak içimi serinletmeye başlamıştım ki garson gelip siparişimi hazırladıklarını ama maalesef pişirmek için yolladıkları fırının kendilerine haber vermeden kapatmış olduğunu söyledi, bu durumdan mahcup olduğunu ekleyerek. Nane ve ayranla biraz serinledikten sonra kalkıp hesabı ödemek için kasaya gittiğimde ikramları olduğunu söyleyip az önceki durumdan dolayı tekrar özürlerini belirttiler. Ben de açlığım biraz daha uzamış olsada yarın tekrar gelmek şartıyla listemdeki bir başka mekan olan Avlu Restoran’ı aramaya başladım.

Avlu Restoran’a giderken iyice kararmış havaya rağmen girdiğim dar sokakların ıssız olmadığını görünce şaşırdım. Çünkü ilk kez gittiğim bir şehirde içinde bulunduğum zaman ve mekan sebebiyle en azından ürpermem gerkiyordu. Oysa renkli dükkanlar ve şen insanlar benim gerilmeme fırsat vermediler. Eski Antakya’nın bu sıkışık sokaklarında biraz hislerimle çokca da “google maps”le yönümü tayin ettim ve çeşitli kafe ve butik otellerin arasında aradığım yeri buldum. Avludaki tüm masaların dolu olması beni dik merdivenleri tırmandırarak balkondaki küçük masalara yönlendirdi. Oturduğum kartal yuvasından lezzetli yemekleri tadarken mekandaki insanları gözlemleme fırsatı da buldum. Yemeği, yediğim en güzel künefe ile taçlandırdım ve öğretmenevinin güzel bahçesinde geceyi bol çay ile demlemek üzere yola koyuldum.

Hürriyet Caddesi’nden köprüye doğru salınmaya başlayınca kulağıma güzel müzikler gelmeye başladı. Müziğin nerden geldiğini anlamaya çalışırken caddenin kıvrımını dönünce müzisyenlerin çevresinde halelenmiş insanları gördüm. Ben de aralarına karışıp sıcak yaz akşamında açık havada ince müziğin tadını çıkardım.   Bir saat kadar burda eğlendikten sonra çay ihtiyacımı daha fazla öteleyemerek öğretmenevine doğru küçük tırmanışıma başladım. Yolun sonunda yeşil ağaçların altında hafif esen rüzgarla birlikte demli çayıma kavuştum ve bahçedeki diğerleri gibi ocağın dinlenme vaktine kadar yeni günün ilk saatini çevredekilerle sohbet ederek tamamladım.

Bursa Gezi Notaları İkinci Bölüm

İlk bölümde Söğüt, Bilecik ve İznik’te gördüklerimi anlattığım yazının bu bölümüne Bursa ile devam ediyorum.

İznik Bursa arasındaki yol yeşilliklerle doluydu. Her yerde yeni canlanan tarlalar, bahçeler ve ağaçlar. Yeşil Bursa sözünün ne kadar yerinde bir deyim olduğunu tekrar görme fırsatı yakaladım. Fakat şehir merkezi için aynı şeyi söylemek maalesef mümkün değil. Bursa’ya vardığımızda yoğun trafiğin ortasına dalıp, öncelikle Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin türbelerini ziyaret etmek için Tophane civarlarında bir otopark aradık. Dar sokaklar arasında, itibarsız ve pahalı bir yer bulup aracı bıraktık. Tophane’ye doğru tırmanırken dar kaldırımlar ve gürültülü araçların arasında kendimi İstanbul’da gibi hissettim. Günümüz keşmekeşinin bu kadar yoğun yaşandığı bu bölgede tarihin lezzetini almak mümkün olmadı. Tophane’den şehir manzarasına baktığımda ise maalesef bir beton denizi ile karşı karşıya kaldım ve bu noktadan bakan hemen herkesin şikayetçi olduğu o meşhur binalar… Tophane’den Ulucami’ye inerken çarşıların içerisinden geçtik. Yüzyıllar önce ticaretin merkezi olması için inşa edilen yapılar hale aktif olarak hizmet vermeye devam ediyor. Fakat Ulucami’nin ana kapısının hemen önündeki çarşının genişleyerek cami avlusuna dayanmış olması muhteşem eserin bu yüzündeki güzelliklerin yeterince görülmesine mani oluyor. Muhtemelen aynı sebeple de önü ferah olan doğu kapısı cami giriş çıkışlarında daha yoğun olarak kullanılıyor.  Ulucami’nin içerisinde üstatların hat levhalarını ve kündekari tekniği ile yapılmış bir şaheser olan minberi tekrar görme fırsatı yakaladım. Söğüt’te 1276’da inşa edilen Kuyulu Mescid’i ziyarettern sonra yaklaşık 125 yıl arayla Bursa’ya kazandırılan Ulucami’yi görmek, Kayı’nın beylikten cihan devletine geçişini zihnimde daha kolay canlandırmamı sağladı. Sanırım tarihi mekanları ve eserleri ziyaret etmenin en önemli kazançlarından birisi de duyarak öğrendiğimiz tarihi daha iyi içselleştirmemizi yardımcı olmasıdır. Tarihi mabedi ziyaretin ardından akşam yemeği için vakit gelmişti. Bursa deyince akla gelen ilk yiyecek olan iskenderi yerinde deneyelim dedik. Heykel civarındaki dükkanda karnımızı doyurduk. Lezzet olarak kötü değildi fakat daha önce yediklerime göre fiyatına oranla da değer bir fark hissedemedim. Özellikle lokantanın yoğun olmamasına karşın yemek sonrası çay ikramı yapılmaması ve garsonların ilgisiz yaklaşımı da beğenimi azalttı. Fakat bu yorumlarımı arkadaşlarımla paylaştığımda Botanik Park’taki restoranın lezzet,  ortam ve hizmet açısından daha iyi olduğunu ve bir de orayı denemem gerektiğini öğrendim.

Yemek sonrasın Ulucami’ye doğru ilerlerken duyduğum kutlu davete icabet etmekten kendimi alamadım. Yıllanmış şadırvanda temizlendikten sonra uzun saflar arasında yerimi aldım. Çıktığımda hava kararmıştı, caminin karşısındaki dar sokaklara dalarak aracımızı bıraktığımız izbeden çıkardık. Yine bu dar sokaklardan tırmanarak Karabaş-ı Veli Dergahı’na vardık. İlk anda bahçesinde bir sokak düğünü olduğu hissine kapıldığımız bu Mevlevi dergahında her akşam düzenlenen semah törenine katılmak istiyorduk. Bahçeye adım attıktan sonra herkes gibi biz de birer tabure bulup oturduk ve ikram edilen çay eşliğinde sessizce sohbet ettik. Etraftaki hafif hareketlenme ile bahçeden kalktık ve semahın icra edileceği mekana girip ferah bir köşeye iliştik. Oturduğumuzda enstrümantal nağmeler yeni başlamıştı. Bir yandan insanı dinginleştiren bu sufi müziğin tadını çıkartırken bir taraftan da ortamdaki insanları seyrettim. Bir süre sonra ayini yönetecek kişi, dönen dervişler ve koro geldi. Onların içeri girmesi ile daha hareketli bir müzik çalınmaya ve güfte de ona eşlik etmeye başladı. Yaklaşık kırk beş dakika kadar süren etkileyici gösteri yatsı ezanıyla tamamlandı. Bursa’yı ziyaret edecek müzik ve dans severlerin, tarihe ve tasavvufa ilgi duyanların ya da sadece açık havada oturup çay eşliğinde sohbet etmek isteyenlerin mutlaka görmeleri gereken bir yer olduğunu düşünüyorum. Birçok kişi de benimle aynı fikirde olacak ki Trip Advisor’da Bursa’da yapılacaklar arasında Karabaş-ı Veli Kültür Merkezi’ni ziyaret etmeyi de görebilirsiniz.

Geceyi geçirmek için Ahmet’in ailesinin yazları yaşadığı Karacabey’in Boğaz adı verilen bölgesine gittik. Yol gidiş-geliş, dar ve aydınlatmasız. Yolu da çok iyi bilmememiz sebebiyle oldukça yavaş gittik. Boğaz Marmara Denizi kıyısında ardını ıhlamur ormanlarına yaslamış küçük bir yerleşim. Vardığımızda tüm gün gezmiş olmanın yorgunluğu vardı üzerimizde, denize karşı çay eşliğinde biraz sohbet ettikten sonra iki günlük gezimizin ilk yarısını tamamlamış olduk.

Sabah uyandığımızda lezzetli kurabiye ve böreklerle deniz manzarası eşliğinde güzel bir kahvaltı yaptık. Ardından arabayla, inşaat halindeki sahili turladık. Boğaz’ın denizinin denizanası ve yosun sebebiyle genellikle pek tat vermediğini öğrendim. Boğaz’dan ayrılmadan önce orman içerisindeki piknik alanında yarım saatlik bir yürüyüş yaptık ve tekrar eve uğrayarak Ahmet’in annesinin bizim için hazırladığı yollukları da alarak vedalaştık. Bursa’ya doğru giderken Karacabey’e uğrayıp Ahmet’in abisini de ziyaret ettikten sonra Uludağ’a çıkmak için doğruca teleferik istasyonuna gittik. Bursa merkezinde hava çok sıcak olmasına rağmen yukarının serin olabileceğini düşündüğümüz için yanımızda getirdiğimiz kalın kıyafetleri de aldık. Teleferik ücreti öğrenciler için gidiş geliş 27 lira (Mayıs 2017), bileti alırken öğrenci kimliğinizi görmek istiyorlar. Teleferiğe binmek için 5 dakika gibi bir süre sıra bekledik, bu esnada teleferiği kullananların çoğunluğunun Arap turistler olduğunu gözlemledim. Kabinde bizim haricimizde bir rehber ve bir alan uzmanı vardı. İlk durak olan Sarıalan’a kadar, aslında arada Kadıyayla durağı var ama inşaat çalışması sebebiyle kapalıydı, yaklaşık 15 dakika sohbet etme şansı yakaladık. Uludağ çerçevesinde turizm ve dağcılık hakkında işin erbabından çeşitli bilgiler aldık. Sarıalan’da biraz yürüyüş yaptık ve yanımızda getirdiklerimizle öğle yemeğini yemiş olduk. Yemeğin ardından oteller bölgesine gitmek için tekrar teleferiğe bindik. Bu sefer de yanımızda oteller bölgesinde dükkanı bulunan bir esnaf vardı. Onunla da Bursa’nın ve Uludağ’ın ticari hayatı ile ilgili konuştuk. Oteller bölgesinde teleferik istasyonunun çevresinde oturup biraz sohbet edip fotoğraf çektik. Kayak pistlerinin olduğu bölgeye gitmek için uzunca bir yol yürümek veya bir araca binmek gerektiği için o tarafa gitmedik. Bence yürüyüş veya piknik gibi bir amaçla Uludağ’a çıkıyorsanız Sarıalan, Oteller Bölgesi’ne göre daha iyi bir tercih olabilir.

Uludağ’dan indikten sonra Kınalı Kar dizisiyle meşhur olan Cumalıkızık Köyü’ne gittik. Mahşeri kalabalık köyün yolunda başlıyordu. Zar zor aracımızı bıraktıktan sonra köyün içinde yürürken de kalabalıktan rahatsız olduk. Köyün içinde biraz gezdikten sonra izdiham seviyesindeki yoğunluğa daha fazla maruz kalmamak için dönüş yolunu tuttuk. Cumalıkızık UNESCO tarafından koruma altına alınmış, benzer şekilde Safranbolu yakınlarında Yörük Köyü de koruma altında. Daha önce Yörük’de bulunmuştum ve oradan daha çok keyif aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Tavsiyem yoğun olabilecek gün ve saatlerde bu köyleri ziyaret etmemeniz, çünkü bu mekanları özel yapan dokuyu kalabalıklar içinde hissedebilmeniz mümkün değil. Tenha zamanlarda kahvaltı veya çay eşliğinde hoş vakit geçirebilirsiniz.

Dönüşte akşam yemeğini İnegöl’de yedik ve Bursa’nın benim için en güzel lezzeti olan kestane şekerlerinden aldık. Ankara’ya dönerken anneler günü olması sebebiyle Eskişehir’e de uğradık ve hem annemi ziyaret etmiş oldum hem de bir kahveyle yolun son kısmı için enerji topladık. Ankara’ya geldiğimizde arkamızda tarih ve doğayla dolu güzel bir hafta sonu bırakmıştık.

Bursa Gezi Notları Birinci Bölüm

Mayıs ayında arkadaşım Ahmet Turnalı ile iki günlük kısa ama yoğun bir Bursa gezisi gerçekleştirdik. Gezinin ilk gününü tarih ikinci gününü ise doğa turizmine ayırdık diyebiliriz. Bursa öncesinde Söğüt, Bilecik ve İznik’i de gezerek Bursa’ya ulaştık. Yazının bu ilk bölümünde Bursa öncesini aktarmaya çalıştım.

Cumartesi sabah 06.30’da Ankara’dan yola çıktık. Öncelikle planımız Eskişehir’e uğrayıp mükellef bir kahvaltı yapmaktı fakat uzun zaman alacağını düşündüğümüz için Polatlı’da yol üzerinde kahvaltı faslını geçiştirerek ilk hedefimiz olan Söğüt’e ulaştık. Devlet-i Aliyye’nin kurulduğu bu güzel ilçede öncelikle biraz yürüyerek gezdik. Bu sırada Kaymakam Çeşmesi ve Çelebi Sultan Mehmet Camii’ne rast geldik. Cami tadilatta olduğu için maalesef gezme fırsatı yakalayamadık. Buradan sonra Hamidiye Külliyesine geçtik. Külliye cami, idadi ve dar-ül eytemden oluşuyor. Cami ve idadi Sultan 2. Abdülhamid Han tarafından yaptırılmış, yetimler evi ise Sultan Reşat döneminde ilçede çeşmesi de bulunan Kaymakam Sait Bey tarafından. Külliyenin avlusuna girdiğimizde bizi güvenlik görevlisi karşıladı. Kendisine Ankara’dan geldiğimizi ve külliyeyi gezmek istediğimizi söyleyince bize mihmandarlık etti. Şuan Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi tarafından kullanılmakta olan, yetimler evi binasını gezdik. İçeride Söğüt ve külliyenin tarihi fotoğraflarına bakarken buraların geçmişinden söz ettik. Sonrasında günümüzde halk kütüphanesi olarak kullanılan idadi binasına da girdik. Biraz fotoğraf çekip biz külliyeden ayrılırken çeşitli şehirlerden ziyaretçiler bahçeyi doldurmaya başlamıştı. Hamidiye Külliyesi sonrasında ecdadın Söğüt’teki ilk eseri olan kuyulu mescide gittik. Bu tarihi camide alışılmışın dışında bir imam olan Şahin Mülayim Hoca ile sohbet etme şansı yakaladık. Kendisi bize Kuyulu Mescid’i ve Osmanlı’nın ilk dönemlerini belgeleri ile anlattı. Söğüt’te son durağımız Ertuğrul Gazi’nin türbesiydi. Yeşillikler içerisindeki türbenin etrafında birçok alp mezarı bulunuyor. Yeni başlayan bir uygulama ile türbenin girişinde tarihi kıyafetler ile askerler saygı nöbeti tutuyorlar, türbeyi ziyarete gelenler de bu askerlerle fotoğraf çektirmeyi ihmal etmiyor. Söğüt’ü gezerken sürekli Diriliş Ertuğrul dizisinden bir şeyler göreceksiniz. Hemen her yerde dizi ile meşhur olan Kayı bayrağı var. Hediyelik eşya satılan yerlerde dizi karakterlerinin fotoğrafları bulunan magnetler mevcut ve birçok yerde dizinin müziği çalıyor. Söğüt’ün tarihi nasıl ki diziyi besliyorsa, dizi de turizme katkısıyla günümüz Söğüt’ünü besliyor.

Söğüt’ten sonra Şeyh Edebali Türbesi’ni ziyaret etmek için Bilecik’e doğru yola çıktık. Bilecik’e gelmeden önce Osmanlı’nın kuruluşunu belgeleyen hutbeyi okuyan Dursun Fakıh’ın türbesine de uğradık. Ovaya hakim bir tepe üzerinde kurulu olan türbenin konumu ve manzarası eşsiz. Bu sakin mekandan sonra Bilecik’e geçtik. Şehrin girişinde eski yerleşimin olduğu bölgede önce Orhangazi Cami’sini, ardından da türbeyi ziyaret ettik. Türbenin karşısındaki vadi içerisinde yürüyüş yolu yapılması için çalışmaların devam ettiğini gördüm. Düzenlemenin ardından Bilecik doğa yürüyüşü için güzel bir rota kazanmış olacak. Türbenin baktığı diğer yamaçta ise ağaçların arasında ordunun sefer zamanı namazlarını kıldığı iki tane namazgah bulunuyor. Namazgahlar sade görünümleri ve seferi hatırlatmaları ile beni en çok etkileyen yapılardandır. Bilecik’ten ayrılmadan son olarak Orhangazi Cami’sinin yanında bulunan Osmanlı Padişahları Sergisi’ni de ziyaret ettik. Zarif bir bahçe düzenlemesinin etrafında tüm sultanları kısaca tanıtan yazılar ve görseller bulunuyor. Biraz fotoğraf çektikten sonra İznik’e doğru yola çıktık. Yenişehir üzerinden yemyeşil doğanın içinden giderek İznik’e ulaştık.

İznik’te öncelikle gecikmiş öğle yemeğimizi Bursa’nın meşhurlarından Köfteci Yusuf’ta yedik. Ardından bu gezi de beni en çok üzen tarihi yapılardan birisi olan Mahmut Çelebi Cami’sini ziyaret ettik. Caminin içerisi hat sanatının güzel örnekleri ile bezeli, fakat bu güzellikleri barındıran caminin etrafından geçen yol tarafından boğulmuş olması acı. Neyse ki İznik Ayasofya Cami ve Müzesi’nin etrafı şirin bir parkla çevrili. Şehir surlarının ortasında bulunan bu yapı Hristiyan âlemi açısından da önemli bir merkez. Orhan Gazi’nin fethinden sonra camiye çevrilen yapı Yunan işgalinde büyük hasar görmüş ve 2011 yılında restore edilerek ibadete ve ziyarete açılmış. Yapının ortasından namaz kılabileceğimiz geniş cami alanı bulunurken bu bölgenin etrafından dolaşarak kilise döneminden kalma ayrıntıları da bir müze gibi gözlemleyebilirsiniz. Ayasofya’nın ardından Osmanlı’nın bilinen ilk medresesi olan Süleyman Paşa Medresesi’ni ziyaret ettik. Ecdadın ilim mirasını yine maalesef boğazına kadar asfalta gömüşmüş bulduk. Oturup çay kahve eşliğinde sohbet etmek istediğimiz bu yerde fiyatlar maalesef fahiş. Biz de çini çarşısı olarak kullanılan bu mekanda atölyelere bir göz atıp çıktık. Göl kıyısına yakın bir yere bıraktığımız aracımızı alıp önce gölü ardından da İstanbul kapıyı gördük. Buraların ardından Lefke Kapı yakınlarına aracımızı tekrar bırakarak kapıyı ve Yeşil Cami’yi gezdik. Bursa’ya doğru yola çıktığımızda İznik’in sahip olduğu tarihi maalesef etkili bir şekilde sergileyemediğini düşündüm. Umarım yapılacak çalışmalar hem tarihe hem de İznik turizmine katkı sağlar.

Yazının ilk kısmını Bursa’ya geçmeden burada bitiriyorum. İkinci bölüme Bursa ile devam edeceğim.

Meslek Lisesi Koçları Projesi Bölüm 8: Özgeçmiş Hazırlama ve Mülakat Teknikleri

Yılın son toplantısını gerçekleştirerek bu yılı bitirmiş olduk. Aslında daha fazla buluşma yapmayı planladığım bir yıldı fakat bunu başaramadım. Bu sene başından beri belirsiz zamanlarda ve yoğun şekilde şehir dışına çıkmam sebebiyle bu yılki tüm toplantıları gerçekleştiremedim. Hatta şirkette yapılan tüm öğrencilerin ve koçların katıldığı yıl sonu buluşmasına dahi yola çıkmadan dokuz saat önce, bu da akşam sekize tekabül ediyor, öğrendiğim bir seyahat sebebiyle katılamadım. Bu eksikliklere rağmen gerçekleştirdiğimiz çalışmaların verimli olduğunu sanıyorum.

Arkadaşlarımla yaptığımız son buluşmada özgeçmiş hazırlama ve mülakat teknikleri hakkında konuştuk. Aslında bu buluşmada iş etiği konusunu da değerlendirebileceğimizi düşünüyordum fakat öğrenci arkadaşlarımın o gün derslerinin erken bitmesi ve okulla küçük bir koordinasyon hatası yaşamamız sebebiyle bu konuya geçmek için yeterli vaktim kalmadı. Bir önceki buluşmada ekibimizde içinde küçük bir gerginlik olduğundan bahsetmiştim. Bu sefer geldiğimde ise aralarındaki problemi çözdüklerini ve tekrar daha sıcak bir hava yakaladığımızı gördüm. Buluşmada her zaman yaptığım gibi kavramların kendileri için neler ifade ettiklerini anlatmalarını isteyerek başladım. Böylece özgeçmiş hakkında bildikleri doğruları ve yanlışları birlikte bulmaya çalıştık. Sonrasında iyi bir özgeçmişin özelliklerini konuştuk ve bir örnek üzerinde bu özellikleri görmeye çalıştık.

Özgeçmiş kısmını böylece tamamladıktan sonra mülakat hakkında sohbet etmeye başladık. Mülakat öncesinde nasıl hazırlanmaları gerektiği,  mülakat sırasında nelere dikkat etmeleri gerektiğini ve bazı klişe sorulara yine nasıl klişe cevaplar verebileceklerinden bahsettim. Arkadaşlarım bu konulara benim beklentimin üzerinde ilgi gösterdiler ve birçok soru sorarak merak ettikleri noktaları öğrenmeye çalıştılar. Bu kısa buluşmayı ve yine kısa yazıyı da böylece tamamlamış oldum.

Endüstri 4.0

Endüstri 4.0 son birkaç yılda sıkça duymaya başladığım kavramlardan birisi. Son zamanlarda arkadaşlarla da bu kavram üzerine konuşuyorduk ve konu hakkında sahip olduğum bilgilerin hemen hepsi kulaktan dolmaydı. Mail kutumda Endüstri 4.0 ile ilgili yarım günlük bir çalıştay olduğunu dair postayı görünce konuyu uzmanlarından dinlemek ve iyice anlamak adına hemen kaydoldum. ODTÜ BİLTİR’den hocaların konuşmacı olarak katıldığı çalıştayda ilk iki sunum genel olarak Endüstri 4.0 kavramından bahsederken diğer sunumlar hocaların konuyla ilişkili olarak kendi yaptıkları araştırmaları aktarması şeklinde geçti.

Hemen her konuşma Endüstri 1.0, 2.0, 3.0 ve 4.0 tanımlarının neler olduğunu söyleyerek başladı. Ben de burada bu aşamaların neler olduğunu tekrar edeyim. Endüstri 1.0 dediğimiz su ve buhar enerjisinin kas gücü yerine kullanılmasıdır. Endüstri devrimi olarak tanımlanan buhar makinesinin icadı bu devrin başlangıcı kabul ediliyor. Endüstri 2.0 ise elektrik enerjisinin kullanılması ve seri üretime geçilmesi olarak tanımlanmış. Endüstri 3.0 bilgisayarlar, robotlar kullanılarak otomatik üretim sistemlerinin geliştirilmesi olarak tanımlanıyor. Şimdi geldik asıl konu olan Endüstri 4.0’a. Diğer üç endüstri devrimi de tam olarak yaşanmış ve görülmüş olması sayesinde daha kolay anlaşılabilir kavramlar olarak duruyor. 4.0 ise tam olarak yaşanmadığı için biraz müphem kalıyor. Birbirleri ile haberleşen akıllı sistemlerin kullanılması Endüstri 4.0 olarak tanımlanıyor. Biraz daha açacak olursak 3.0’da bulunan bilgisayar ve robotlar sadece kendilerine daha önceden tanımlanmış görevleri bireysel olarak yerine getirirken, 4.0’da bulunan sistemler birbirleri ile doğrudan haberleşecek ve değişen durumlara insan müdahalesi gerekmeden kendileri uyum sağlayacaklar. Bana Endüstri 4.0 nedir diye sorulduğunda ise ben şöyle cevap veriyorum. Endüstri 1.0 nasıl ki o dönem üretimde insanların yaptığı en önemli katkı olan kas gücünün makinelere aktarılması ise, Endüstri 4.0’da günümüzde insanların üretime yaptıkları en büyük katkı olan verileri işleyerek bilgiyi oluşturma ve kullanma kabiliyetlerinin makinelere aktarılmasıdır.

Bu noktada bir parça da bilgi yönetimi çerçevesinde bilginin ne demek olduğundan bahsetmek gerektiğine inanıyorum. Biz günlük hayatta bilgi kelimesinin bilgi yönetiminde tanımlanan üç farklı aşama için de kullanmamız sebebiyle bazen karışıklık yaşanabiliyor. Bilginin ne demek olduğunu daha iyi anlamak için en alt basamak olan veriden başlamak gerekiyor. İngilizce “data” kelimesine karşılık gelen veriyi düzenlenmemiş, anlamlandırılmamış fakat ölçülmüş sayılar olarak tanımlayabiliriz. Verinin düzenlenmesi ve farklı verilerle birlikte veya karşılaştırmalı olarak gösterilmesi İngilizce “information” olarak adlandırılıyor. Bunun Türkçe karşılığının ne olduğunu tam olarak bilmiyorum fakat enformasyon ve malumat kelimelerinin kullanıldığını gördüm. Bu da bilgi yönetiminde ikinci basamağı oluşturuyor. İngilizce “knowledge” sözcüğü ile tanımlanan bilgi ise bir önceki basamakta düzenlenen verinin bir amaca yönelik olarak ve bazen tecrübeler de kullanılarak anlamlandırılması olarak açıklanabilir. Endüstri 4.0’da yapılmaya çalışılan yukarıda aktarmaya çalıştığım anlamıyla bilginin (knowledge) oluşturulması ve kullanılmasının insanlardan makinelere, bilgisayarlara, robotlara ve bunların birlikte oluşturdukları sistemlere devredilmesidir.

Endüstri 4.0’ın ne demek olduğunu aktardıktan sonra bu devrimi hazırlayan ve mümkün kılan bazı teknolojileri burada saymam gerektiğini düşünüyorum. Çalıştayda da bu kapsamda bulut bilişim (cloud computing), nesnelerin interneti (internet of things), büyük veri (big data) ve görüntü işleme (image processing) teknolojilerinden ve bu konuda hocaların yaptığı çalışmalardan bahsedildi.

Son olarak ise çalıştay hakkında eleştirilerime gelmek istiyorum. Temelde iki eleştiri noktam var. İlki yapılan çalışmaların hangi kapasite seviyesindeki insanlara yönelik olduğu konusunda çelişkili bir ifade kullanılmış olması. Yapılan konuşmaların bir noktasında Endüstri 4.0 sayesinde öncelikli olarak sınırlı kapasiteli çalışanların veriminin artırılmaya çalışıldığı gibi bir söylem geçti. İlerleyen konuşmada ise bununla çelişkili şekilde normalin üzerinde kapasiteye sahip insanların daha iyi çalışabileceği ortamların oluşturulmasının öncelikli olduğu ifade edildi. Aynı anda olması mümkün olmayan bu iki amaçtan benim tercihim üstün kapasiteli çalışanların üretim kabiliyetinin artırılması yönünde olacaktır. Çünkü Peter Drucker’ın bireysel olarak gelişim konusunda önerdiği güçlü olan yanların geliştirilmesi önceliğinin toplumsal olarak da geçerli olduğu kanısındayım. Benzer şekilde temel ekonomiden de bildiğimiz gibi bir uzay içerisinde her bir ünite en iyi ürettiği ürüne yönelirse toplam üretim en yüksek seviyeye çıkar.

İkinci eleştirim ise sadece halihazırda tespit edilmiş problemlere karşı Endüstri 4.0 uygulaması geliştirerek ilerlenmesi gerektiği yaklaşımına. Çalıştayda kurumların Endüstri 4.0’a geçiş sürecinde var olan problemlerini belirleyip onları çözmek için projeler geliştirmeleri gerektiği üzerinde duruldu ve sadece Endüstri 4.0 olsun diye yenilikler yapılmasının doğru olmayacağı belirtildi. Hatta bu yaklaşım ünlü sanat, sanat için mi yoksa toplum için mi olmalıdır tartışması ile benzetildi. Ben sanatta olduğu gibi Endüstri 4.0 konusunda da sadece şu an görebildiğimiz sorunların çözümü için emek harcanması taraftarı değilim. Bu yaklaşımın yeniliklerin önünü kapadığı görüşündeyim. Yalnızca var olan sorunlara çözüm aramak teknoloji yönetimi tabiriyle takip edenlerin yapacağı bir çalışmadır. Oysaki teknolojiye yön veren, teknolojik lider konumundakiler, burada hem bireyleri, hem firmaları hem de ülkeleri düşünebilirsiniz, günün değil geleceğin problemleriyle uğraşmaktadırlar. Bu sebeple finansman dengesini bozmadan muhakkak bir takım “çılgın” projelerin kovalanması gerektiği kanaatindeyim.

Meslek Lisesi Koçları Projesi Bölüm 7: Takım Çalışması

IMG_0541

Projede ikinci yılın ikinci toplantısını da gerçekleştirdik. Bir önceki yazıda aynı sınıftaki koçlarla bir türlü aynı vakte buluşma ayarlayamamış olmamızdan bahsetmiştim. Bu sefer ise şans eseri hepimiz aynı saatte buluşmaya gittik. Böylece tüm sınıfı birlikte dersten almış olduk. Durum böyle olunca bu yıl için benim grubumdan çıkan arkadaşları da tekrar çalışmaya kattık.

Bu görüşmede ekip çalışması hakkında konuşacaktık. Fakat toplantının başında grup içinde bir anlaşmazlık olduğunu öğrendim. İlk etapta arkadaşların birlikte toplantıya katılmak istememelerine rağmen, neyse ki müdür yardımcısının araya girmesi ile herkes birlikte görüşmeye katılmaya gönülsüzce de olsa ikna oldu. Ekip çalışması hakkında konuşmak için pek de iyi bir başlangıç değildi, fakat böyle bir durumda bile ortaya işe yarar bir şeyler çıkarabiliriz diye düşündüm. Kısa bir zamanım olması ve aradaki gerginliğin derinliğini kestiremiyor olmam sebebiyle önce sorunu çözüp sonra faaliyeti gerçekleştirmek yolunu seçmedim. Bunun yerine günlük faaliyetimize başlayıp, sohbet arasında buzların erimesini beklemeye karar verdim. Bunun için görüşmemize başlarken aralarındaki gerginliğin farkında olduğumu, fakat bunun birlikte çalışmamıza ve herkesin yapacaklarımıza görüşleri ve tecrübeleri ile katkı vermesine engel olmaması gerektiğini söyledim. Böylece herkes iki saatlik bu görüşmeden en yüksek fayda ile ayrılacaktı. Ayrıca lise çağlarımda kendimin de yakın arkadaşlarımla benzer şekilde çeşitli problemler yaşadığımı ama üzerinden zaman geçince bunu çözebildiğimizi anlattım. Bu toplantıda konunun dağılarak aralarındaki soruna gelmemesi için daha önce yapmadığım şekilde daha otoriter bir pozisyonda bulunmam gerektiğini düşündüm. Bu sebeple her zaman yaptığım gibi aralarına oturmak yerine öğretmen masasına geçtim ve daha buyurgan bir üslupla konuşmak durumunda kaldım. Zaman geçip ortam ısınınca ben de doğal halime yakınsama fırsatı yakaladım.

Güne ekip çalışması nedir sorusuna cevap arayarak başladık. Herkes ekip çalışması denildiğinde aklında oluşanları aktardı. Böylece ortak bir kavram oluşturmaya çalıştık. Sonrasında ekip çalışmasının faydalarının neler olabileceğini sıraladık. Böylece ekip çalışmasının niçin önemli olduğunu ve iyi bir ekip ortamı kurarsak neler kazanacağımızı öğrendik. Bundan sonra ekip çalışması ile ilgili bir oyun oynatmayı planlıyordum fakat sayımızın yetersiz olması sebebiyle bu aktiviteyi atladık. Oyun sonrasında edindiğimiz tecrübeler üzerinden ekip çalışması sohbetimize devam edecektik. Bunun yerine arkadaşlarıma daha önce yaşadıkları bir ekip tecrübesini tekrar hatırlamalarını ve konuşmamıza bu hatıralarından yola çıkarak katılmalarını istedim. Böylece daha istekli katıldıkları bir takım çalışmasından bahsetmiş olacaklardı. Bu da düşündüklerini ve hissettiklerini daha iyi anımsamalarına ve anlatmaya da daha istekli olmalarına katkı sağladı. Ekipteki üç arkadaşım takım halinde oynana online bilgisayar oyunlarındaki tecrübelerini paylaşırken bir kişi birlikte futbol oynadıkları mahalle takımını birisi ise okulda birlikte çalıştıkları bir projeyi anlattı. Bu tecrübeler etrafında ekip çalışması ile ilgili olarak hedef, güven, iletişim, farklı görüşleri değerlendirme, karar alma, çaba ve liderlik konuları hakkında fikirlerimizi ve görüşlerimizi paylaştık. Hemen tüm konularda benzer yaklaşımlar olurken liderlik konusunda iki farklı görüş oluştu. Bazı ekip çalışmalarında kesinlikle bir lidere ihtiyaç duyulduğu ve eğer lider olmasa takımın ahenk içerisinde hareket etmesinin mümkün olmayacağı yönünde tecrübeler paylaşılırken. Bazılarında ise grupta lider olması durumunda takımın dağılacağından ve başarı gösteremeyeceğinden bahsedildi.

Buluşmanın sonunda her zaman olduğu gibi nasıl bir gün olduğu ile ilgili olarak arkadaşlarımdan birer cümle aldım. Bu buluşmanın konusunun öncekilere göre daha eğlenceli ve ilgi çekici olduğundan bahsettiler ve birlikte fotoğraf çekilerek günü tamamladık.

Meslek Lisesi Koçları Projesi Bölüm 6: Açılış Buluşması

IMG_0335

Meslek Lisesi Koçları programında grubumla ikinci yılımıza başladık. Bu yılki ilk toplantımızı da gerçekleştirdik. Açılış buluşması için bu sene maalesef biraz geç kaldım ama bundan sonraki buluşmaları daha hızlı gerçekleştirmeyi umuyorum.

Bu sene programda çeşitli değişiklikler yaptık. Öncelikle buluşmalar için gruptaki kişi sayısını azalttık. Konuşacağımız konulara daha az ilgi duyan arkadaşlarla sadece sosyal aktivitelerde bir araya geleceğiz. Böylece işleyeceğimiz konularda heyecanlı arkadaşlarla çalışıp onların kazanımlarını artırmayı hedefliyoruz. Bir diğer değişiklik ise toplantıların ayarlanması konusunda yapıldı. Geçtiğimiz yıl aynı sınıfa koçluk yaptığımız arkadaşlarla aynı zaman dilimi içerisinde buluşmaları ayarlıyorduk. Bu sene öncelikle aynı sistemi devam ettirmek istedik fakat uzun süre ortak bir zaman diliminde uzlaşamadık. Yılın ilk buluşmanın bu kadar geçe kalmasının en önemli sebeplerinden birisi olan bu durumu çözmek için artık koçların bireysel olarak toplantı zamanı belirleyebilmesi sağlandı.

Yukarıda bu sene yaptığımız teknik değişikliklerden bahsettikten sonra şimdi de ilk buluşmada yaşadığım deneyimden bahsetmek istiyorum. Grupta kalan üç arkadaşımla öncelikle görüşmediğimiz uzun süre içerisinde neler yaptıklarından, hayatlarında nelerin değiştiğinden konuştuk. Geçtiğimiz yaz İstanbul’da ve Abant’ta geçirdikleri güzel vakitlerden bahsettiler. Sonrasında geçtiğimiz yıl işlediğimiz konuları kısaca tekrar ettik ve bu sene ne gibi çalışmalar yapacağımızı konuştuk. Öncelikle arkadaşlarımın kendilerinde gördükleri güçlü yanları tekrar hatırladık. Sonrasında benim ve aldığım geri bildirimlerden öğrendiğim kadarıyla öğrencilerin de en beğendikleri uygulama olan “Gelecekteki Ben” çalışmasını gerçekleştirdik. Bu uygulamada öğrenciler koçun okuduğu hikaye üzerinden kendilerini şuandan on yıl sonrasında hayal ediyorlar. Hem çevrelerinin nasıl değiştiğini hem de kendilerinin neler yaptıklarını öğreniyorlar. Uygulama sonrasında ne gördüklerini sorduklarımda kendileri için benzer şekilde çok güzel hayaller kuran arkadaşlarım ilginç şekilde yaşadığımız çevre ile ilgili olarak iki farklı tablo çizdiler. İki kişi yeşillik, ferah ve daha temiz bir çevre anlatırken birisi daha fazla şehirleşme ve doğal çevrenin kaybolduğunu gördüğünü söyledi.  Daha sonra arkadaşlarımın 10 yıllık hedeflerini ve bu hedeflere erişmek için gerçekleştirmeleri gereken ara basamakları konuşarak buluşmamızı bitirdik.

Senenin ilk aktivitesini yapmak beni bir hayli rahatlattı, çünkü uzun zamandır buluşma yapmamıştık ve bu sebeple kendimi suçlu hissediyordum. Bu buluşmada öğrenci arkadaşlarımın da ne kadar istekli olduklarını tekrar gördüm ve bu durum beni buluşmaları sıklaştırmak için motive etti.

Kars Seyahati Notları

20161217_144708

16-18 Aralık 2016 tarihleri arasında hafta sonu için kısa bir Kars seyahati gerçekleştirdim. Ankara’dan Kars’a gidişi Doğu Ekspresi ile dönüşü ise uçakla yaptım. Doğu Ekspresi Ankara Kars arasında her gün karşılıklı birer sefer gerçekleştiriyor. Ankara’dan kalkış saati 18.00 fakat benim seyahat ettiğim dönemde Ankara’da tren hatlarında çalışma olduğu için tren Kırıkkale’nin Irmak durağından kalktı.

Ankara Irmak arasındaki ulaşım için Ankara Garı’ndan ücretsiz otobüs kaldırılıyor. Otobüsün kalkma saatinde Ankara Garı’nda yol arkadaşım Ahmet Turnalı ile buluştuk. Araçların gelmesini garın önünde beklerken yanımıza gelen bir adamla ayaküstü biraz sohbet ettik. Ahmet’in doktora yaptığını duyunca bilime meraklı olan ve kendisinin de özellikle enerji konusunda uğraştığını ifade eden bu adam ilginç çalışmalarından bahsetti. Bir arkadaşının doğalgazla aylık 500 TL’ye ısınan bir yeri elektrikli petekler ile 100 TL’ye ısıtan bir sistem geliştirdiğinden ve lazer kullanarak binaları ne işe yarayacağını tam anlayamadığım bir şekilde ışıklandırmaktan falan bahsetti. Otobüsün gelmesi ile bizi esir alan bu sohbetten kurtulma fırsatı yakaladık ve kendimizi araca attık. Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonrasında Irmak Garı’na vardık. Trene binip yataklı vagondaki kompartımanımıza geçtik.

Photo 12-17-16, 11 44 24 AM

Yataklı bölüm şirin ve kullanışlı diyebileceğimiz bir tasarıma sahip. Mini buzdolabı, sıcak suyu bulunan küçük bir lavabo ve iki adet 220V elektrik prizi gibi ihtiyaç duyabileceğiniz şeyler mevcut. Aydınlatma ve iklimlendirme konularında da ihtiyacı karşılıyor. Sonuç olarak biz kompartımanda rahat ettik diyebilirim.

20161217_164603

Tren hareket ettikten sonra hem biraz treni gezmek hem de yemekleri tatmak için yemekli vagona gittik. Yemeklerde beklentiniz yüksek olmasın ama açlığınızı gidermek için kötü bir seçenek değil. Fakat fiyat olarak bir parça yüksek geldi bana. Diğer eleştirilerim de demleme çay bulunmaması ve çay fiyatının 2 lira olması. Akşam yemeği sonrasında yemeğin ağırlığı ile trenin tatlı sallantısı birleşince insanın uykusu geliyor. Biz de uzun sürecek bu yolculukta kendimizi çok yormamak ve sabah erken kalkıp manzaranın keyfini çıkarmak için vakitlice yatalım dedik.

20161217_091618

Sabah gün doğmadan kalktık ve yanımızda getirdiğimiz peynir, ekmek ve meyve suyuyla kahvaltımızı yaptık. Kahvaltının ardından çay, sohbet ve manzara için yemekli vagonun yolunu tuttuk. Hemen tüm günü bir şeyler yiyip içerek ve etrafı seyrederek burada geçirdik. Yol boyunca çok güzel kış manzaraları mevcut. Fakat günler kısa olduğu için Sarıkamış civarlarında güneş battı ve sonrasında dışarıyı görme imkânı yakalayamadık. Akşam saat yedi civarında Kars’a vardık. Soğuğu ile meşhur bir yere geldiğim için tedbirliydim, böylece soğuktan olumsuz etkilenmedim.

20161217_093010

Geceyi polis evinde geçirmeyi planlıyorduk, önceki hafta arayıp rezervasyon yaptırmak istediğimde rezervasyon yapmadıklarını ve her zaman boş yerleri olduğunu söylediler. Fakat oraya vardığımızda oda kalmadığını pek de nazik ve yardımcı olmayan bir tavırla ifade ettiler. Bu arada 6-7 kişilik bir grup daha polis evinde bizimle aynı durumu yaşadı. Bunun üzerine şansımızı bir de öğretmenevinde deneyelim istedik. Öğretmenevinde yer bulduk ve çantalarımızı odaya attık. Artık sıra karnımızı doyurmaya gelmişti.

20161217_095047

Kars’a gelip kaz yemeden olmaz diye düşündük. İnternetten yaptığımız araştırmada Hanımeli adında bir lokantanın popüler olduğunu görmüştük, bir de biz deneyelim dedik. Bence fiyatlar yediğimiz yemeğe göre biraz yüksek. Ankara’da dahi o fiyata hem daha doyurucu hem de daha lezzetli yerler bulmak çok kolay. Bizim yediğimiz yerden midir bilmem ama kaz eti de o kadar abartılacak müthiş bir lezzete sahip değil.

Yemek sonrasında biraz sokakları gezelim, eşsiz Baltık mimarisini görelim istedik.  Geç saate ve soğuğa rağmen sokakta birçok kişi vardı. Meşhur defterdarlık binasını ve bir kaç eseri daha gördükten sonra Ahmet çok üşüdüğü için öğretmenevine döndük.

20161217_095118

Sabah erkenden kalkıp kahvaltıyı öğretmenevinde yaptık. Sonrasında gitmeden önce Kars’ı bir de gündüz gözüyle görelim dedik. Saat 08.00 civarında hava sıcaklığı -28 derece dolaylarındaydı. Fotoğraf çekerken cep telefonum bu soğuğa daha fazla dayanamayarak ekran görüntüsünü kaybetti. Neyse ki daha sonra ısınınca normale döndü. Uçak saatinin yaklaşması ve havaalanına gidecek olan araçlarının yerini tam olarak bilmememiz sebebiyle kalkış noktasını aramaya başladık. En kolay yol olarak esnafa danışalım dedik ve cadde üzerinde gördüğümüz bir amcamıza sorduk. Araçları sorduğumuz Orhan Amca, oğluyla birlikte fotoğrafçı dükkânı işletiyormuş. Soğukta dolaşmamızı istemeyen Orhan Amca çay ikramı ile bizi dükkânına davet etti. Fotoğrafçıda hem çay içtik hem de uçak saatine kadar Orhan Amca ile sohbet etme fırsatı yakaladık. Bu arada da havaalanına ulaşımın bizim internetten okuduğumuz gibi minibüslerle değil, kişi başı 5 TL sabit fiyatla çalışan taksilerle sağlandığını öğrendik. Orhan Amca sağ olsun bir de taksici arkadaşını arayarak bizim kendi dükkânında olduğumuzu ve giderken bizi buradan almasını söyledi. Sohbetimiz sırasında Kars’ın soğuğundan, Sarıkamış’ın kayak pistinden ve akıllı telefonlar sebebiyle durgunlaşan ve hatta bitmeye yüz tutan fotoğrafçılık mesleğinden konuştuk. Havaalanına gidecek olan taksiye arkada 3 önde 2 kişi olacak şekilde bindik. Buz kaplı yollarda 8-10 dakikalık bir yolculuk sonrasında Harakani Havaalanı’na vardık. Uçağa bindikten sonra, taksi öncesi güvenlik hatırlatmaları yapılırken anons bir anda kesildi ve tekrar park pozisyonuna geçtik. Bir hafta öncesinde Çorlu Havaalanı’nda uçuşumun iptal olması sonrası Kars’ta da benzer bir durumla karşılaşmaktan çekiniyordum ve acaba uçuş iptal mi oldu diye düşünmeye başladım. Bu arada pilot durumu açıklayan bir anons yaptı, Türkiye genelinde radarlarda bir problem olduğunu ve bu sebeple hiçbir uçağın kalkışına izin verilmediğini söyledi. Yaklaşık 15 dakikalık beklemenin ardından uçak havalandı ve Ankara’ya döndük.

20161217_103405

İspanya Notları İkinci Bölüm

İspanya seyahatimde aldığım notların ilk kısmını daha önce yayınlamıştım. İkinci kısmı da hızla yayınlamak istiyordum fakat yoğunluk sebebiyle ancak şimdi fırsat bulabildim. İlk bölümde kaldığımız yerden devam.

20160927_174414

Toplantıların ikinci günü bittikten sonra öğle yemeğini Avila’da yiyip trenle Salamanca’ya geçtim. Gitmeden önce yaptığım kısa internet araştırmasında Salamanca’nın üniversitesi ve sarı taştan binalarıyla meşhur olduğunu okumuştum. Salamanca’da geçirdiğim kısa süre içerisinde sadece bunları görme imkânı yakalayabildim. Trenden indikten sonra “Plaza Mayor” ismi verilen meydana gittim. İspanya’nın birçok şehrinde bu isimle anılan meydanlar var. Türkçe çevirisi de büyük meydan anlamına gelen bu yerler dört tarafı dört beş katli bir yapıyla çevrili ve giriş-çıkışın bu yapının çeşitli yerlerinde bulunan kemerli kapılarla sağlandığı geniş alanlar. Meydanda kısa bir zaman geçirdikten sonra Salamanca’nın ünlü iki katedraline doğru yürüdüm. Eski ve yeni katedral olarak adlandırılan bu yapıların içlerini gezecek kadar vaktim olmadığı için dışarıdan görmekle yetindim. Eski katedral yakın dönemde bire restorasyon geçirmiş ve bu çalışma sürecinde dış kapısındaki süslemelerin içerisine bir astronot ve külahta dondurma yiyen bir aslan motifi işlenmiş. Bana çok abes gelen bu uygulamanın, ileriki çağlarda yapıyı inceleme ihtimali bulunan insanlar düşünülerek, restorasyonun hangi dönemde yapıldığının anlaşılabilmesi için bir işaret olduğunu öğrendim. Katedrallerden sonra sepya şehir Salamanca’nın ara sokaklarında hedefsize bir süre dolaştım. Bu keyifli turun ardından dünyadaki en eski üniversitelerden biri olarak kabul edilen Salamanca Üniversitesini görmek istedim. Aslında üniversite binaları katedrallerin çevresine dağınık şekilde yerleşmiş ve şehirle iç içe bulunuyor. Üniversitenin ilk binası ise bizdeki medreselerin aynısı diyebilirim. Bir avlu çevresinde bulunan tek katli yapının tüm odaları ortasında küçük bir havuz bulunduran bu avluya açılıyor. Tarihi Salamanca Üniversitesinin bu ilk yerleşkesi Türkiye’yi gezmiş ve benzer yapılara aşina insanlar için bizden bir yer hissi uyandıracak kadar bize benziyor. Burayı görünce Batı Medeniyetinin yüksek eğitim kurumlarının ilk örneklerinden biri olan bu yapının İslam Medeniyetinin en parlak yansımalarından olan Endülüs’ten görülmüş ve alınmış olabileceğini düşündüm. Bu düşüncelerle bir süre daha sarı taştan binaların arasında dolaşıp tekrar Plaza Mayor’a vardım. Burada yarım saat kadar oturup kahve eşliğinde etrafı gözlemledim. Aksam saatleri yaklaşırken meydandaki kalabalık giderek arttı. Avila’ya dönüş için trene yetişmek zorunda olmasam daha uzun süre bu eğlenceli yerde takılabilirdim. İstiklal Caddesi’ne benzer bir caddeden yürüyerek tren garına vardım ve yaklaşık 1 saatlik tren yolculuğunun ardından Avila’ya ulaştım. Aksam yemeğini yedikten sonra otele dönerken birkaç sokak öteden kulağıma hoş bir müzik geldi. Eğlenceli bir şeyler olabileceğini düşünerek müziğin geldiği yönde merakla ilerledim ve surların hemen dışındaki parkta yaklaşık 30 kişilik bir orkestranın çalışma yaptığını gördüm. Geniş bir yaş aralığında dağılan müzisyenlerden oluşan grup, bir çember oluşturmuş ve çeşitli film müzikleri çalıyordu. Güzel bir şehri gezdikten sonra hoş bir müzik dinletisi ile günü sonlandırmış oldum.

20160927_165108

Son gün toplantılarını bitirdikten sonra Prado Müzesi’ni görmek için Madrid’e gittim. Chamartin garında indikten sonra metro ile “Puerta del Sol” meydanına gidip yemek yedikten sonra biraz gezerek müzeye ulaşmayı planlıyordum. Bunun için metro istasyonundaki haritaya bakarak hangi metroya binmem gerektiğini öğrenmeye çalıştım ve aktarmasız olarak gideceğim istasyona giden bir metro hattı buldum. Metroya bindikten sonra kapı üzerindeki durak isimlerinden ineceğim yere ne kadar kaldığını takip ederken yolun ortaları diyebileceğim bir durakta vagondaki tüm insanlar indi ve yeni kişiler binmeye başladı. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken kapılar kapandı ve tren ters yönde hareket etmeye başladı. Bir sonraki durakta indim ve tekrar “sol” durağına giden trenlerin peronuna geçtim. Bu tren de aynı durağa geldiğinde herkesin indiği görünce ben de indim. İndiğim durak aktarma istasyonu olduğu için “sol” durağından gecen başka bir hat buldum ve ona bindim. Bu arada istasyondaki yazılardan benim ilk bindiğim hattın devamının kapalı olduğunu anlatan işaretler gördüm. Muhtemelen metro içerisinde de yolun ileri tarafının kapalı olduğunu bildiren anons yapıldı fakat İspanyolca olduğu için ben anlamadım. Böylece biraz vakit kaybederek Puerta del Sol’a varmış oldum. Öncelikle dikkatimi kalabalık çekti. Avila ve Salamanca’da bu kadar yoğun kalabalık görmemiştim. Ayrıca iki hafta önce Barselona ve Madrid’i gezmek için İspanya’da bulunan bir arkadaşımdan da kalabalığından dolayı Barselona’yı pek beğenmediği ve Madrid’in oraya göre çok daha sakin olduğu yorumunu almıştım. Bu sebeple beklemediğim derecede bir kalabalığın içinde buldum kendimi. Kendimi toparlayıp bu şehirdeki Plaza Mayor’a doğru yürüdüm. Madrid’in meşhur pirinç pilavından yedikten sonra Plaza Mayor’dan bir tur atıp Prado Müzesi’ne doğru gittim. Müzenin önüne geldiğimde uzun bir kuyrukla karşılaştım. Madrid’e gelmeden önce internette okuduklarımdan aklımda kaldığı kadarıyla müzeye ücretsiz giriş saati gelmek üzereydi ve bu kuyruk onun içindi. Yine benzer kaynaklarda gördüğüme göre bu uzun kuyruk hızla eriyecekti. Ben de buna güvenerek sıraya girdim ve birkaç dakika içerisinde müzeye girişler başladı. Girişlerin başlamasından yaklaşık 5 dakika sonra tüm o kuyruk erimişti ve ben de içeri girmiştim. Prado Müzesi gerçekten büyük bir müze fakat benim orayı gezmek için sadece 1,5 saatim vardı. Çünkü dönüş trenine yetişmem gerekiyordu. Bu kısa süreyi en eğlenceli şekilde değerlendirmeye çalıştım. Gördüklerimden beni en etkileyen üç ressam Goya, El Greco ve Fabre oldu. Goya zaten İspanya’nın en meşhur ressamlarından birisi. Resimlerinde ışığı kullanımı benim en beğendiğim yönü oldu. El Greco’nun resimlerinde içerisinde bulunulan karanlık ve kötü durumu tersine çevirecek olan kurtarıcıyı bekleyişini gördüm. Fikri yapısına katılmasam da kendini anlatma tarzı bana çekici geldi. Son olarak ise Fabre’nin resimlerindeki kumaş çizimleri beni çok etkiledi. Resimlerindeki kıyafetleri öyle çizmişti ki sadece görmekle kalmıyorsunuz da dokunuyorsunuz hissi veriyordu. Müzeden çıkıp tekrar Pourta de Sol’a gittim, bir sure meydanda oturup son kez orta İspanya’yı hissetmeye çalıştıktan sonra metro ile Chamartin Tren Gar’ına oradan da Avila’ya ulaştım.

20160928_181213

Dönüş günü hava aydınlanmadan otelden çıkış yaptım. Madrid Garı’nda patates püreli sandviç ve kahve ile kahvaltımı yaptıktan sonra havaalanına gitmek için yola çıktım ve sabah saatlerindeki Madrid trafiğine takıldım. Yüzde altmışı trafikte bekleme ile gecen 1 saatlik yolculuk sonrası havaalanına vardım.  Uçakta bu sefer yanımda konuşmayı seven bir yabancı vardı. 60 yaşlarındaki İngiliz amca uzun suredir Madrid’de İngilizce öğretmenliği yapıyormuş. Bir grup arkadaşı ile birlikte Taşkent, Buhara ve Semerkant’ı gezmek için Özbekistan’a gidiyorlardı. Madrid Taşkent arası direkt uçuş olmadığı için THY ile İstanbul aktarmalı olarak seyahat ediyorlarmış. İspanya hakkında konuşurken, Madrid’de Londra’nın aksine insanların aksam saatlerinde dahi dışarıda olmasının çok hoşuna gittiğinden bahsetti. Daha sonra da bir süre İstanbul’u konuştuk. Daha önce İstanbul’a geldiğini ve buranın tarihinden ne kadar etkilendiğini anlattı. Uçuşun geri kalan kısmında gidiş uçağında bitirmeye yaklaştığım Galiz Kahraman kitabını bitirdim. İstanbul’a vardığımızda Ankara uçağına yaklaşık 2 saatlik bir süre vardı. Hızla THY kontuarına gidip bir önceki uçağa yerimi değiştirmek istediğimi söyledim. Sadece el bagajım olması sayesinde bu değişikliği yaparak 1 saat önceki uçağa biletimi kaydırdım. Böylece hesaplarımdan bir saat daha önce evde oldum fakat buna rağmen eve varışım akşam 9’u bulmuştu.

20160929_161950

Son olarak İspanya ile ilgili aklımda kalan birkaç kopuk notu paylaşarak yazıyı bitirmek istiyorum. Öncelikle lokantalarda garsonların İngilizce bilmemesi yemeklerin içeriğini anlamayı ve sipariş vermeyi güçleştiriyor. Yemek fiyatları daha önce bulunduğum Almanya, Kanada ve Amerika’ya kıyasla daha makul. Tabi Türkiye’ye göre hala çok pahalı. Salata anlayışları bize göre çok farklı, salata istediğinizde umduğunuz şeyin gelmeme olasılığı çok yüksek. Trenler pek dolu değil, son anda dahi yer bulma imkânınız var.