Tag Archives: kitap

Palyatif Toplum’un Ardından

Byung-Chul Han’dan okuduğum sıradaki kitap Palyatif Toplum. Bu kitap alt başlığından da anlaşılacağı gibi toplumumuzun acıyla olan ilişkisini inceliyor. 

Kitabın ilk bölümünde günümüz toplumunun nasıl acıdan kaçtığını anlatıyor yazar. Bu kısmı çok iyi anladığımı söyleyemem, muhtemelen bu toplumun içerisine doğduğum ve aktarılan durumu çok yoğun şekilde yaşadığım için bir tür balık-su ilişkisi yaşıyorum.

Yazar sanatın rahatsız etmesi, acı vermesi gerektiğinden bahsediyor ve günümüzde beğeni odaklı sanatın çelişkili bir durum olduğunu söylüyor. Dün Cem Karaca’nın hayatını anlatan filmi izledim ve orada da hayatını, en azından biraz da olsa, bildiğim diğer sanatçılar gibi ne kadar farklı ve sanatçıların, benim gibi düz insanları rahatsız edebilecek davranışları ve düşünceleri olduğunu bir kez daha hatırladım. Ben sanatçı olmadığım için, onların neler hissettiğini ve düşündüğünü yakinen anlayamıyorum fakat farklı olduklarını ve dünyaya değer ve renk kattıklarını farkedebiliyorum. 

Sanat ve acı ilişkisi konusuna değinmişken kitabı okurkan özeti olduğunu düşündüğüm ve gün boyu ağzıma takılan Sezen Aksu’nun Gidemem şarkısını buraya not düşmezsem olmaz. Özellikle, “Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir” mısrasının tüm kitabı tek cümlede aktardığını zannediyorum.

Yazar disiplin toplumunda insanları çalıştırmaya zorlamanın yöntemi olarak kullanılan yasak, ceza gibi acı verici tekniklerin yerini motivasyon, optimizasyon gibi rahatsızlık vermeyen hatta ilgi çeken konseptlerin aldığını söylüyor. Bunlara, keyif vericilere, müptela olan günümüz toplumunda yaşayan birey de gönüllü şekilde kendisini sömürerek tüketirken özgürlük hissini yaşıyor. Bununla birlikte yazar acıdan kaçınma sonucunda çokça tüketilen sosyal medya ve bilgisayar oyunu gibi günümüz anesteziklerinin düşünmeyi engellediğini bireyselleşen yaşamlarla birlikte acı çeken kişilerin devrimciler yerine performans koçları aramaya başladığını söylüyor. Birlikte hissedilen acıların yok olmasının, devrimciliği de bitirdiğini aktarıyor yazar.

Kitapta aklımda kalan bir başka tespit de günümüzde tecrübelerin anlatılabilirliklerini kaybedip ölçülebilir hale gelmesi olduğu. İşim gereği günlük olarak ölçülebilir şeylerle uğraşıyorum ama veri bilimi mesleğinde bu ölçülebilir sonuçların anlamlandırılabilir ve anlatılabilir olması da toplam değer üzerinde büyük etkiye sahip. Buna karşın, öncelikle ölçülebilir kısım tatmin edici olmadığında anlatılabilirlik bölümüne keçemediğimiz için sayılara gereğinden fazla ağırlık verme yanılgısına düşmemiz sıklıkla karşılaşılan bir maraz. Bu durumun sosyal hayatımıza da yansıdığını iş arkadaşlarımla yaptığım nadir günlük konuşmalardan birisinde farkettim. Avrasya maratonuna katılan bir arkadaşımız deneyimini paylaşırken “pace”, bitirme zamanı, nabız ortalaması gibi verileri bizimle paylaştı. Belki de bir insan olarak asıl konuşmamız gerekenler, boğaz köprüsünü yaya olarak geçmenin, oradan görülen manzaranın, dünyanın farklı yerlerinden gelen insanlarla birlikte vücudumuzun sınırlarının görmenin hissettirdikleri ve düşündürdükleri olmalıydı. Fakat, yazarın da dediği gibi artık tecrübeler anlatılabilir olmaktan çıkıp ölçülebilir hale gelmişler sanırım. 

Son olarak günümüzde sürekli kaçmaya çalışmamıza rağmen bir türlü kurtulamadığımız fiziksel ağrı ve acılarla ilgili kısımları da not etmek istiyorum. Disiplin toplumunda efendinin kırbaçlayarak verimini artırmaya çalıştığı köle, günümüz toplumunda kırbacı efendiden alarak kendisine acımasızca vurmaya devam ediyor ve kronik acılarla başbaşa kalıyor diye anlıyorum. Yazar ağrı kesicilerin veya bireysel terapilerin bu acılara bir çözüm olmayacağını, çünkü ağrıların kaynağını sosyo kültürel sebeplerden aldığını söylüyor. Bu ağrıların bedenimizin ilgi, yakınlık ve temasa olan ihtiyacını bize bildirme şekli olduğunu da ekliyor. Ben de yaşadığım ağrıların anlatılanlara benzediğini düşünüyorum. Doğamıza aykırı şekilde azalan harekete karşı artan uyaranların kendi arzum olmadığını ve değişimin bunun tam tersi yönde olması gerektiğini hemen her an hissediyorum. Fakat, kendi yaşamımda yapabildiğim küçücük değişiklikler haricinde bu duruma karşı tamamen elim kolum bağlı durumda olduğumu zannediyorum. Bu acıları azaltmak ve daha sağlıklı olmak için hayatıma katmaya çalıştığım pratikler ile yazarın da söylediği gibi hayattan aldığım tadı azaltıyor, belki tamamen bitiriyor, yaşamaksızın hayatta kalan bir virüse dönüşüyorum. Yazar bu gidişatın sonucunda insanın muhtemelen hayatı pahasına ölümsüzlüğe kavuşacağını öngörüyor. 

Yorgunluk Toplumu’nun Ardından

Enfokrasinin ardından Byung-Chul Han’ın Yorgunluk Toplumu eserini de okudum. Yazarın Enfokrasi’deki farklı ve ilgi çekici bakış açısının günümüzde toplumda görülen yorgunluk konusunda da ufuk açıcı olabileceğini düşündüğüm için bu kitabı okumak istedim. Kitap bittiğinde de aradığımı bulduğumu söyleyebilirim.

Enfokrasi’de olduğu gibi yazar günümüz toplumunun bir önceki disiplin toplumundan farklılaşması sonucunda olan değişimleri aktarıyor. Enfokarisi’de nasıl ki bir dış zorlama olmadan kendimizi dışarı ile paylaşıyorsak bu kitap çerçevesinde de disiplin toplumunun aksine bir dış zorlama olmadan kendimizi tüketecek tempoda çalıştığımızı belirtiyor. Bu yoğun çalışma ve içsel performans baskısı kendini sömürmenin sonucunda bitmez bir yorgunluk olarak kendini gösteriyor.

Kendimde de aynı durumu maalesef ki görebiliyorum. Sürekli daha fazla üretme ve daha performanslı olma baskısını kendi üzerimde tutuyorum. Bunun sonucu olarak da hiçbir zaman tatmin olmayan her daim kendimi mental ve fiziksel olarak daha fazla zorlar bir durumda bulunuyorum. Bu kadar zorlanan, zannediyorum ki, fiziksel veya biyolojik her sistemde olacağı gibi problemlerden de beklenmedik olmayan bir sonuç olarak kendimi kurtaramıyorum. 

Kitapta can sıkıntısı ile ilgili bölümde yazar can sıkıntısının insanın zihninin gevşemesi, rahatlaması olduğundan bahsediyor. Uykunun ise bedenin gevşemesi olduğunu söylüyor. Bu uyku ve can sıkıntısı benzetmesi neticesinde nasıl ki bedenimiz dinlenmek ve yenilenmek için düzenli uykuya ihtiyaç duyuyorsa ruhumuzun da tamiratı için can sıkıntısına ihtiyaç duyduğumuzu düşündüm. Kaliteli olmasa ve bazı sorunlar yaşasam da her gün uyuyorum fakat en son ne zaman yapacak bir şey bulamadığım için canım sıkıldı hatırlamıyorum. Tüm hor kullanmama rağmen zaman zaman bedenimin isteklerine cevap vermeye çalışıyorum veya o beni buna mecbur ediyor. Buna karşılık ruhuma gösterdiğim özen bu mertebede bile değil sanırım.

Canımızın sıkılmasına izin vermeyen durumun multi-tasking olduğunu söylüyor yazar. Dolayısı ile ruhumuzun rahatlamasına engel olanın da bu olduğunu. Yakın zamanda bitirdiğim Çalınan Dikkat kitabında da bununla uyumlu bölümler vardı. Şu an bile kendime bu işkenceyi yapıyorum. Oğlumu yüzme kursuna getirdim ve onu beklerken bu blog yazısı ile kendimi meşgul ederek sıkılma hakkımı kendi kendime elimden alıyorum. 

Yazar günümüzdeki insanları savaş sonrasında toplama kamplarından çıkan kişilere benzetiyor. Günümüz toplumundaki ortalama bir kişinin dünya tarihinde en ciddi acıları yaşamış kişiler ile aynı cümle içinde geçebilmesi bile ne kadar vahim bir durumda olduğumuzu anlatmaya yetecek olsa da, yazar yaşanan hissizlik açısından ne kadar benzer durumda olduğumuzu hatırlatarak bunu bir kez daha vurguluyor. Bu çöküşün ve tükenmişliğin bir diğer açık belirtisinin de her dürtü ve uyarana anında tepki vermek olduğunu söylüyor. Semptomlar bunlar olduğuna göre teşhisi koymak aşikar duruyor.

Kitapta bahsedildiği ve kendimde de gözlemleyebildiğim gibi anlatılan durum içsel kaynaklı olduğu için kendimi sömürmeye ve tüketmeye dur diyebilmek, hatta durmasını isteyebilmek mümkün mü emin değilim.

Enfokrasi’nin Ardından

Byung-Chul Han’ın okuduğum ilk kitabı bu. Bitirdikten sonra yazarın birkaç kitabını daha aldım. Günümüzdeki toplum dinamiklerine özgün bir bakışı olduğu kanaatindeyim. Lise yıllarında sosyolog olmak istemiş fakat şu an veri bilimcisi olarak hayatını kazanan birisi için ilgi çekici bir kitap ve yazar.

Yazarın Yorgunluk Toplumu kitabında da benzer düşüncesi aklımda kalmıştı, bir önceki toplum çeşidi olan disiplin toplumunda dış bir etki ile görünür, bilinir olmaya zorlanan kişi, günümüzde, enformasyon toplumunda, iç motivasyonu ile kendi isteğiyle bunu yapmakta. Bu yazdıklarım bile buna bir örnek aslında. Okuduğum kitabın içimde uyandırdığı hisleri ve düşünceleri bir zorlama olmadan veya bir karşılık beklemeden herkes tarafından görülebilecek şekilde paylaşmak arzusundayım. Tabi bu durumun ne kadar gerçekten kendi düşüncem olduğundan emin değilim. Genel olarak yazar da benzer kanaatte diye zannediyorum. İçinde bulunduğumuz toplumun dinamiklerinin, aldığım eğitimin, maruz kaldığım iliskilerin, yayınların, reklamların etkisi ile artık bunları kendi arzum olarak görüyor da olabilirim.

Görünür olma konusunda yazarın şeffaf cam mimarisi ile dikkat çeken Apple mağazaları ile Kabe’yi karşılaştırması da ilgimi çeken noktalardan. Eski öğretilerdeki kendini ifşa etmenin hoşgörülmemesi durumundan günümüzdeki noktaya gelişimiz yazarın da dediği gibi birbirine zıt görünüyor.

Kitapta da bahsedildiği gibi yeterli veri ile sistemlerin bizi kendimizden daha iyi tanıyor olması bana çok korkutucu geliyor. Doğrudan bir konu ile ilgili verilerimi paylaşmamış dahi olsam benimle ilgili diğer veriler marifeti ile hakkımda yüksek doğrulukta bilgi oluşturmak mümkün. Bunun günümüzde yaşayan birçok insan için geçerli olması insanların istenildiği gibi manipüle edilebilmesini mümkün kılıyor. Bu durum aslında zaten bildiğim ama kitap sayesinde tekrar hatırladığım bir gerçek oldu.

Son olarak da verinin yalnız başına bir kıymet ifade etmemesi, ancak onun bir bağlam içerisinde hikayleştirildikten sonra etkin olması hususunu not etmek istiyorum. Yazar bunu kitleler üzerinden komplo teorileri ile anlatmış. İlgili kısmı okuduğumda benim aklıma da iş hayatımda tecrübe ettiklerim geldi. Verileri az bir görselleştirme ile ilgilisinin karşısına çıkarmak, istediğiniz etkiyi almanız için kafi gelmiyor. Gösterdiklerinizin üzerine akılda kalıcı bir hikaye anlatabildiğinizde ise beklentinizin ötesinde sonuçlar elde etmeniz mümkün.

Var Mısın’ın Ardından

Doğan Cüceloğlu’nun bir çok kitabını okumuştum. Sanırım vefatından kısa bir süre önce yayınlanan son kitabı Var Mısın? oldu. Bu kitabını da yeni bitirdim. Öncelikle şunu not etmeliyim ki bir çok kitabını severek bitirdiğim ve ilgisini çekebileceğini düşündüğüm kişilere tavsiye ettiğim bir yazar Doğan Bey. Maalesef bu kitabını o kadar beğenmedim. Bana diğer kitaplarının özetiymiş gibi bir izlenim verdi. Kitabın söyleşi tarzında olması da beni bu düşünceye sevk eden sebeplerden birisi. İçinde bulunulan dönemde popülaritesi yükselen kişiler hazır dalgayı yakalamışken ünlerini yapabildikleri kadar paraya dönüştürmek istiyorlar diye düşünüyorum. Bu şekilde söyleyince kulağa çok sert, kaba ve rahatsız edici geliyor. Doğan Hoca’yı böyle itham etmek istemem, kaldı ki diğer kitaplarından tanıdığım kadarı ile kişiliği ve kitabın yayınlandığı tarih itibari ile yaşı münasebeti ile para ile arasında bahsettiğim biçimde bir ilişkisinin olması düşük ihtimal. Bu sebeple yukarıda söylediklerimi yayınevlerinin tüzel kişiliğine yıkıp, Doğan Bey’in de tecrübelerinden ve ürettiği değerden daha fazla insanı haberdar etme arzusunu bu yöntemle hayata geçirme fırsatı bulduğunu sanıyorum. Kitaplar, daha önce kitap dinlemek yazımda bahsettiğim gibi, konuşmadan farklı olarak anlatacağı derdi daha derli toplu ve destekleyici argümanları iyi kurgulanmış, hem içeriği hem aktarım şekli ile en az bir keç sefer gözden geçirilmiş olması ile podcastlerden üstün benim için. Söyleşi tarzındaki kitaplar ise bana gerçek bir kitaptan ziyade bir podcast’ın dökümünü okumak hissiyatı veriyor. Bunlara ek olarak bu kitabın sonundaki kitap, müzik ve film tavsiyelerinin bulunduğu kısım da hoşuma gitmedi. Sayıca fazla olması ve çoğunlukla herkesin bildiği klasikleşmiş eserlerden bahsedilmesi ben de olmamışlık hissi uyandırdı.

Yazının bundan önceki kısmını bir hafta önce yazmıştım ve yazarken aklımda, kitabında yeni bitmesi ile, birçok değinilecek konu bulunuyordu. Fakat araya zaman girince anlatmak istediklerimin zihnimden kaybolduğunu fark ediyorum. İnsan her yapmak istediğine yeterli ve uygun şekilde zaman bulamıyor. Özellikle hayatı yakından paylaştığınız birileri varsa bölünmemiş bir zaman dilimi ayırmak zor zanaat. Yine de bahanelere kapılıp pes etmek, motivasyon kaybetmek yok. Onun yerine, hayatımızdaki gerçeklerin farkında olup gereken planlama ve düzenlemeleri bunlara göre yönetmek gerekiyor. 

Doğan hocanın bu kitabı sanki daha önce okuduğum kitaplarının özetlerinin birleştirilmesi gibi geldi bana. Bu sebeple daha önce Doğan Cüceloğlu kitabı okumadıysanız ve sadece bu adam nelerden bahsediyor diye merak ediyorsanız bu kitapla genel bir fikir edinebilirsiniz. Fakat, benim tavsiyem Doğan Bey’i bu kitabıyla tanımayın. Daha önce yazdıklarından okuyun derim. Daha odaklı, daha derinlemesine ve kitap olarak tasarlanıp yazılmış bir kitabını okuyun.

Martin Eden’in Ardından

Jack London’ın Beyaz Diş’i en sevdiğim üç romandan birisi. London’ın Vahşetin Çağrısı, Denizin Çağrısı ve Tanrılar ve Köpekler kitaplarını da severek okumuştum. Geçtiğimiz günlerde de Martin Eden’i bitirdim. London’ın diğer kitapları gibi bunda da tutkuyu hissettim. Sanırım London kitaplarının en sevdiğim yönü bu. Belki de kendi hayatımda tutuku ile bağlanmak, delice peşinden koşmak istediğim bir şeyin hasretini çekmek bana London’ı sevdiriyor.

Martin’in kitaplara olan sevgisinde kendimden parçalar buldum. Hayatımı Martin gibi yazarak kazanma hedefim olmasa da, ben de bir kitabım yayınlansın isterim. İnsan bu dünyadan ayrıldıktan sonra arkada bir eseri bırakmak istiyor sanırım.

Kitap içersindeki ilişkiler ve hayallerine ulaştıktan sonra Martin’in davranışları benim için ilgi çekici ve düşündürücüydü. Maritin’in Ruth’a olan aşkı ve Ruth’un toplumsal normlardan başarısız kurtulma çabası bana maddi olarak daha yüksek standartlara sahip kişilerin konfor alanlarını terk etmelerinin zorluğunu tekrar düşündürdü. Aynı açıdan değilse de kendi hayatımda da konfora alışmanın ve maddi olarak bir noktaya geldikten sonra sert dönüşler yapmanın zorluğunu hissettiğimi hatırladım. Martin’in zengin olduktan sonra Joe ve Maria’yı unutmaması, buna ek olarak açacağı çamaşırcıda çalışma şartlarını Joe ile konuştuğu kısım yine beni üzerinde düşündüren yerlerdi. Kitabın o noktasına kadar tanıdığımız Martin öyle davranmalıydı, başka türlüsü büyük bir hayal kırıklığı olurdu benim için.

Kitabın sinemaya da uyarlandığını öğrendim, bulabilirsem onu da izlemek isterim, fakat küçük bir arayışla korsan siteleri hariç filmi bulamadım. O tarz sitelerden izlemeyi tercih etmiyorum, umarım Netflix veya iTunes gibi kanallarda daha zengin içerik olur da ben de üreticinin hakkını bir nebze de olsa vererek, daha önemlisi, korsan yayınları desteklemeden filmi izleyebilirim.

Outliers’ın Ardından

Gladwell’in Outliers kitabını yeni bitirdim ve ardından aklımda kalanları not almak istedim. 2008 yılında yayınlanmış olmasına ve daha önce kitabı duymuş olmama rağmen okumak için ancak fırsat buldum. Kitabı okurken farkettim ki kitabın bazı bölümlerini farklı mecralarda farklı sebeplerle duymuşum ve asıl kaynak burasıymış.

Kitaptan temel olarak aklımda kalan şey, sanırım kitap da bunu amaçlıyor, alışılmışın dışında olacak kadar büyük başarılar göstermek için gerekli tüm sebeplerin bir arada bulunması gerektiği. Bu durum Anna Karanina’nın başındaki mutlu evlilikler birbirine benzer ama dağılmış evliliklerin birbirinden farklı sebepleri olabilir minvalindeki cümlenin düşündürdükleri ile benzer fikirleri kafamda canlandırdı. Kitabı okuyarak alışılmışın dışında başarı göstermeyi bekliyorsanız muhtemelen yanlış yerdesiniz. Bu kitabı okurken bir outlier olmak için gerekli olan koşullara ve meziyetlere ya zaten sahipsinizdir veya sizin için ihtimal kalmamıştır.

Kitaptan alışılmışın ötesinde bir başarıya sahip olmak için koşulların neredeyse doğduğunuz günden itibaren bunu hazırlıyor olması gerektiğini çıkardım. Muhakkak ki kişisel teknik ve sosyal kabiliyetler başarı üzerinde etkili ama bu kabiliyetlerin inkişaf edeceği ve değer göreceği bir ortam yoksa başarının gelmesi mümkün değil.

Bu kitabı okuduktan sonra muhtemelen bir outlier olamayacağınızı farkedeceksiniz. En azından ben bunu farkettim. Bu durum zihnimde birbiriyle çekişen iki farklı düşüncenin uyanmasına sebep oldu. İlki olumsuz olduğunu düşündüğüm, madem işler benim uğraşımdan bu kadar uzak ve önemli şekilde şansa dayalı hayatta bir şeyler ortaya koymak için kendimizi yıpratmaya gerek yok çok da uğraşma minvalinde bir düşünce. İkincisi ise muhteşem sonuçlara ulaşamayacak olsan da yılın 360 günü gün doğmadan kalkanların ortalamanın altında bir noktada kalmayacak olduğu düşüncesi. Eğer zihnimde ilk düşüncenin baskın gelmesine izin verirsem muhteşem bir çıktı bir yana dursun herhangi bir ürünün oluşması dahi pek olası değil. Öte yandan azimle çalışmaya devam edersem hayatın bana sunduğu fırsatları tüm şansızlıklara rağmen outlier seviyesinde olmasa da ortalama üzerinde bir değere dönüştürmek ihtimali var. Ben bu ihtimal için elimden geldiğince gayret göstermek niyetindeyim. 

Scrum’ın Ardından

Jeff Sutherland’ın Scrum kitabını bitirdikten sonra aklımda kalanları ve üzerine düşündüklerimi not almak istedim. Kitapta anlatılan Scrum metodolojisini ben bir çeşit iş yapma yöntemi olarak anlıyorum. Özellikle yazılım geliştirme projelerinde sıklıkla kullanılan bu yöntem Sutherland’in de kitapta belirttiği gibi farklı sektörlerdeki projelere de uygulanabilir ve hatta genel olarak yaşam tarzı olarak kabul edilebilir. 

Scrum metodolojisinde proje kabaca 5-9 kişiden oluşan bir takım tarafından gerçekleştiriliyor. Bu takım projeyi hayata geçirebilecek tüm yetkinliklere sahip kişilerden oluşuyor. “Product Owner” rolündeki takım elemanı neyin yapılacağına karar veren ve bunun sorumluluğunu yükelenen kişi oluyor. Günümüzde bu role “Product Manager” dendiğini de sıklıkla duyuyorum. Hatta bazı şirketler Owner ve Manager pozisyonlarına farklı görev ve sorumluluklar veriyor. İsimlendirmenin ne olduğuna takılmadan bu rolün kabaca projede hangi özelliklerin ne zaman geliştirileceğine takımla birlikte karar veren kişiyi temsil ettiğini söyleyebilirim. Takımda bir de “Scrum Master” olarak geçen bir rol var. Bu rolün ana sorumluluğu takımın amacına yürürken karşılaştığı herhangi bir engelin ortadan kaldırılması ve yapılacakların en hızlı ve verimli şekilde yapılmasının sağlanması.

Projenin gerçekleştirilmesi için karşılaşılan zorlukların ortadan kaldırılmasından bahsetmişken Scrum denilince ilk akla gelen kavramlardan birisi olan “Stand-up Meeting” konusuna da değinmek isterim. Günlük olarak tüm takımın aynı saatte yaptığı ve bir önceki gün yaptıklarından ve bugün yapacaklarından kısaca bahsettiği bir toplantı. Fakat en önemlisi kendisini yavaşlatan veya işini daha iyi yapmasına mani olan bir şey varsa onu aktardığı toplantı. Böylece hedefe giderken karşılaşılan zorluklar hemen görünür oluyor hem de ortadan kaldırılması kolaylaşıyor. Bence Scrum yöntemini güçlü kılan en önemli özellikli bu. Genel olarak bu tarz yöntemlerin çevik sıfatına haketmesinin sağlayan özellik uzun bürokratik süreçlerde vakit kaybetmeden yapılması gerekenin ilgililere aktarılması ve harekete geçilmesi. 

Kitap Scrum metodunda uygulanan belli başlı ritüellerin temel motivasyonlarını ikna edici şekilde ve örneklendirerek aktarıyor. Farklı vesilelerle duyduğum ve kendi hayatımda uygularken faydasının gördüğüm Pareto ve Kan-Ban gibi metodlardan da ilham alıyor olması kitabın bana daha yakın görünmesini ve bahsettiği farklı ritüellerin de bende uygulama heyecanı oluşturmasını sağladı.

Scrum yöntemi az kişiden oluşan şirketler için çok faydalı olacağını düşündüğüm bir yöntem, fakat büyük şirketler için bir takım dezavantajlar barındırıyor olabilir. Bununla birlikte büyük şirketlerin de bu yöntemden istifade ettiği hem kitapta anlatılıyor hem de farklı kaynaklardan daha önce işitmiştim. Bu sebeplerle düşüncemde pek de ısrarcı olamayacağım. Scrum uygulayan küçük şirketler içinde problemelere bulunan çözümlerden edinilen bilgi birikimi, herkesin takıma dahil olmasıyla, hızla tüm bireylere aktarılmış oluyor. Böylece benzer sıkıntıyı yaşayan kişi arkadaşının edindiği tecrübeyi kullanarak problemine hızla çözüm üretebilir. Büyük şirketler içinde Scrum takımlarının birbirlerinden bağımsız çalışmaları belki de bir takımın daha önce çözdüğü bir sorunu farklı bir takımın da aynı yollardan tekrar geçerek çözmesini gerektirebilir. Aslında daha önce keşfedilmiş olan kıta her takım için tekrar aynı efor harcanarak çözülmeyi gerektiriyormuş gibi geliyor bana. Kitapta farklı Scrum takımları arasında tecrübe aktarımının nasıl gerçekleştirileceği konusundan bahsedilmiyor, belki ben de kaçırmış olabilirim. Bahsettiğim problem Scrum’ın ilgi alanı olmayabilir. Çünkü, daha üst seviyeden çözülmesi gereken bir sorun denilse ona itiraz edecek değilim. Öte yandan, senin bu soruna çözüm önerin nedir denilirse belki birkaç önerim olabilir fakat eli yüzü düzgün Scrum gibi bir metodoloji önerebilecek durumda da değilim. 

Sonuç olarak, hızlı değişen veye değişebilme ihtimali olan gereksinimlere haiz projeler geliştirirken farklı takımlar tarafından kullanılmış ve hala kullanılmaya devam edilen bu yöntemi derli toplu bir şekilde okuyarak öğrenmek isteyenlere önerebileceğim bir kitap. 

Kitap Dinlemek

Gün içinde önemli miktarda boşa geçen zamanım olduğunu farkettim. İşe gidip gelirken her gün bir saatten fazla zaman kaybediyorum. Gözlemlerim kadarıyla servis kullanan çoğu kişi bu vakti uyuyarak geçiriyor. Ben genellikle uykumu iyi aldığım için yolda uyuma ihtiyacı hissetmiyorum, zaten konforlu bir uyku olmadığı için uyusam dahi faydalı olmadığı kanaatindeyim. Verimsiz geçen bu zamanı kıymetlendirmek için gidip gelirken kitap okuyabileceğimi düşündüm. Fakat aracın sarsıntısı rahat bir okuma ortamı sunmuyor. Bununla beraber, kış aylarında hem sabah, hem akşam yolda geçirdiğim anlarda havanın karanlık olması ile okumak imkansız hale geliyor. Ben de bu vakitleri okuma yerine dinleme ile değerlendirebileceğimi düşündüm. 

Öncelikle podcastlere başladım. Bahri Karaçay’la Bilim’in ve Girişimci Muhabbeti’nin birçok bölümünü dinledim ve düzenli takip ettim. Bunlara benzer farklı podcastlerden de çeşitli bölümlerini dinledim. Dinlemek o kadar keyifli geldi ki bir süre sonra akşamları yaptığım yürüyüşlerde de podcast dinlediğimi, hatta podcast dinlemek için bazen yürüyüşleri uzattığımı farkettim. Fakat podcastte bana yetmeyen bir şeyler olduğunu hissediyordum. Uzun bir podcast dinlediğimde bilgi edinmek konusunda çok küçük bir fayda elde ettiğimi, daha doyurucu bilgiye ulaşmak için kitap karıştırmam gerektiğini gördüm. Kitap bir konuyu anlatmak için belli bir plan çerçevesinde düşünülerek yazılıp, farklı gözler tarafından yayınlanmadan önce incelendiği için, podcast ile kıyas kabul etmeyecek şekilde, bilgi aktarımı açısından üstün bir yöntem. Kurgusal olmayan kitapların yanında, roman ve hikaye gibi sanatsal kaygılarla yazılmış kitapların zihnimde bıraktığı lezzet de podcastlerde bulunamayacak ayrı bir keyif. Bu sebeplerle podcastle vakit kaybetmek yerine doğrudan kitap dinleyebilir miyim diye düşündüm. 

Konuyla ilgili biraz internete baktığımda görme engelliler için sesli kitapların olduğunun gördüm. Fakat bunların çoğu çeşitli kütüphanelere üyelik gerektiriyordu ve görme engelli değilseniz kütüphaneye üye olsanız dahi sadece basılı kitapları kullanabiliyordunuz, sesli kitaplara erişim imkanınız yoktu. Bir şekilde internet üzerinde bazı sesli kitapları mp3 formatında bulup indirdim ve dinlemeye başladım. Sesli kitap dinleme deneyimi hoşuma gitmişti ama yeteri kadar hızlı ve kolay şekilde istediğim kitapların sesli formatlarına ulaşamıyordum. Yine kitapları ararken bir gün  Storytel’e denk geldim ve bu uygulamayı denemeye karar verdim. Uygulamada sınırsız ulaşılabilen birçok Türkçe ve İngilizce kitap vardı ve buradaki kitaplar internetten bulduğum sesli kitaplara göre çok daha iyi bir seslendirmeye sahipti. İçinde tabii ki aradığım her kitap yoktu, fakat içindeki kitaplardan hemen her daim ilgimi çeken bir şeyler buldum.

Bugün baktığımda 20 ayda 200’e yakın kitap dinlemişim. İşe gittiğim her gün mutlaka dinliyorum. Spora veya yürüyüşe çıkarsam orada da dinliyorum. İş seyahatlerine çıktığımda, yolculuk esnasında ve akşamları otelde uzun saatler dinleme imkanım oluyor. Şehir içinde araç kullanırken de dinlediğimi düşününce sesli kitap dinlemek için bir hayli fırsat olduğunu görüyorum. Uygulama dinleme hızını kendinize göre ayarlama imkanı sağlıyor ve ben genellikle 2x hızla dinliyorum, sadece araç kullanırken normal hıza getiriyorum. Böylece günümüzün yoğun şehir hayatında kitaplara daha fazla zaman ayırma imkanı buluyorum. Şunu da belirtmeliyim ki kitap dinlemek, kitap okumanın alternatifi değil. Sadece günümüzde kitaplarla iletişim içinde olmaya yardımcı bir yöntem. Kitap okurken yapabildiğiniz, sayfalara not alma, keyif aldığınız veya önemli bilgiler içerdiğini düşündüğünüz bir paragrafı dönüp, düşünüp tekrar tekrar inceleme imkanınız dinlerken yok. Bu sebeple tekraren belirtmeliyim ki kitap dinlemek, okumanın yerini tutabilecek bir faaliyet değil.

Gelelim biraz da Storytel’in eksik bulduğum yönlerine. Öncelikle yukarıda olumlu olarak söylediğimi tersten söylersek, hemen her zaman dinlemek isteyeceğim kitap bulabilmeme rağmen okumak istediğim her kitabı burada bulamıyorum. Herkesin istediği kitapların tek uygulama içerisinde olmasının mümkün olmadığının farkında olarak bunu söylüyorum. Kitapları farklı yayınevlerinin bastığını düşünürsek sesli kitapta tek uygulama üzerinden bulunamaması gayet anlaşılır karşılanmalı. Fakat, uygulama üzerinde kitap talep etme gibi bir özellik bulunsa dinleyiciler tarafından talep edilen kitaplar daha iyi tespit edilebilir. Belki bu durum kitapların telif haklarının alınması aşamasında Storytel’in pazarlık kabiliyetini azaltabileceği için tercih edilmiyor olabilir. 

Uygulama üzerinde eksikliğini hissettiğim başka özellikler de var. Örneğin, kişisel dinleme verileri ile ilgili daha fazla görselleştirme sunulabilir. En çok dinlenilen saatler, aylık, haftalık dinleme süreleri gibi. Bu özelliklerin herbiri elbette masraf ve böyle ek özelliklere para ayırmak yerine şirket daha fazla kitap sunmayı tercih etmiş olabilir. Şayet durum buysa, iflah olmaz bir dinleyici olarak benim de tercihim daha fazla kitap yayınlanmasından yana olacaktır. İki eğlenceli özelliği şirket yakın zamanda uygulamaya kazandırdı. Bunlardan ilki, muhtemelen eklenmesi istenilen özellikler sorulsa herkes tarafından ilk sırada belirtilecek olan, dinlenen kitaplar hakkında yorum yazabilme özelliği. İkincisi ise siz bir kitabı dinlerken sizinle aynı anda kaç kişinin daha o kitabı dinlediğini görebilmeniz. Uygulamaya bu iki özelliğin gelmesi ileride farklı özelliklerin de eklenebileceğinin işareti. 

Son eleştirim hem bir uygulama özelliği ama daha çok bir tanıtım yöntemi ile ilgili. Şu ana kadar on kadar arkadaşımı çok sevdiğim bu uygulamaya abone yapmışımdır, bir çok diğer uygulamada olduğu gibi Storytel’de de arkadaşını üye yapanlara belirli bir süre ücretsiz üyelik verilebilir. Bunun yerine başka tanıtım yöntemleri seçmek de bir tercihtir ve belki de ticari olarak daha verimlidir. Şimdiye kadar benim görebildiğim tanınmış kişilere iyi podcastler yaptırıp, podcast severlere ulaşmayı amaçlıyorlar. Bir diğer yöntem olarak da İstanbul metrosunda reklamlarına rastlamıştım. Hangi tanıtım kanallarının uygulamanın hedef kitlesi için daha çekici olduğunu bilmiyorum fakat umarım şirket yöneticileri organizasyonun sürdürülebilirliğini sağlamak için en doğru kararları verirler ve ben de uzun süreler bu sayede daha bir çok kitabı dinleyebilirim. 

Son olarak ücretler konusuna gelecek olursak, Storytel’in abonelik fiyatlandırması bence gayet uygun. Ben bu yazıyı yazarken aylık 30 TL üyelik ücreti karşılığında istediğiniz kadar kitabı dinleyebiliyordunuz. Yaklaşık basılı bir kitap fiyatına bir ay boyunca sınırsız kitap dinleyebilmek benim gibi uygulamayı çok kullananlar için cazip bir ücretlendirme. Bunun yanında uygulamada sadece Türkçe değil İngilizce kitapları da dinleyebildiğinizi ve yabancı kitapların fiyatlarını düşünürseniz ne kadar uygun olduğu daha net anlaşılır diye düşünüyorum. Umarım daha fazla insan bu uygulamayı kullanır ve böylece hem daha fazla sesli kitap yayınlanır hem de daha fazla insanla kitaplar hakkında konuşma imkanı yakalarım.