Yorgunluk Toplumu’nun Ardından

Enfokrasinin ardından Byung-Chul Han’ın Yorgunluk Toplumu eserini de okudum. Yazarın Enfokrasi’deki farklı ve ilgi çekici bakış açısının günümüzde toplumda görülen yorgunluk konusunda da ufuk açıcı olabileceğini düşündüğüm için bu kitabı okumak istedim. Kitap bittiğinde de aradığımı bulduğumu söyleyebilirim.

Enfokrasi’de olduğu gibi yazar günümüz toplumunun bir önceki disiplin toplumundan farklılaşması sonucunda olan değişimleri aktarıyor. Enfokarisi’de nasıl ki bir dış zorlama olmadan kendimizi dışarı ile paylaşıyorsak bu kitap çerçevesinde de disiplin toplumunun aksine bir dış zorlama olmadan kendimizi tüketecek tempoda çalıştığımızı belirtiyor. Bu yoğun çalışma ve içsel performans baskısı kendini sömürmenin sonucunda bitmez bir yorgunluk olarak kendini gösteriyor.

Kendimde de aynı durumu maalesef ki görebiliyorum. Sürekli daha fazla üretme ve daha performanslı olma baskısını kendi üzerimde tutuyorum. Bunun sonucu olarak da hiçbir zaman tatmin olmayan her daim kendimi mental ve fiziksel olarak daha fazla zorlar bir durumda bulunuyorum. Bu kadar zorlanan, zannediyorum ki, fiziksel veya biyolojik her sistemde olacağı gibi problemlerden de beklenmedik olmayan bir sonuç olarak kendimi kurtaramıyorum. 

Kitapta can sıkıntısı ile ilgili bölümde yazar can sıkıntısının insanın zihninin gevşemesi, rahatlaması olduğundan bahsediyor. Uykunun ise bedenin gevşemesi olduğunu söylüyor. Bu uyku ve can sıkıntısı benzetmesi neticesinde nasıl ki bedenimiz dinlenmek ve yenilenmek için düzenli uykuya ihtiyaç duyuyorsa ruhumuzun da tamiratı için can sıkıntısına ihtiyaç duyduğumuzu düşündüm. Kaliteli olmasa ve bazı sorunlar yaşasam da her gün uyuyorum fakat en son ne zaman yapacak bir şey bulamadığım için canım sıkıldı hatırlamıyorum. Tüm hor kullanmama rağmen zaman zaman bedenimin isteklerine cevap vermeye çalışıyorum veya o beni buna mecbur ediyor. Buna karşılık ruhuma gösterdiğim özen bu mertebede bile değil sanırım.

Canımızın sıkılmasına izin vermeyen durumun multi-tasking olduğunu söylüyor yazar. Dolayısı ile ruhumuzun rahatlamasına engel olanın da bu olduğunu. Yakın zamanda bitirdiğim Çalınan Dikkat kitabında da bununla uyumlu bölümler vardı. Şu an bile kendime bu işkenceyi yapıyorum. Oğlumu yüzme kursuna getirdim ve onu beklerken bu blog yazısı ile kendimi meşgul ederek sıkılma hakkımı kendi kendime elimden alıyorum. 

Yazar günümüzdeki insanları savaş sonrasında toplama kamplarından çıkan kişilere benzetiyor. Günümüz toplumundaki ortalama bir kişinin dünya tarihinde en ciddi acıları yaşamış kişiler ile aynı cümle içinde geçebilmesi bile ne kadar vahim bir durumda olduğumuzu anlatmaya yetecek olsa da, yazar yaşanan hissizlik açısından ne kadar benzer durumda olduğumuzu hatırlatarak bunu bir kez daha vurguluyor. Bu çöküşün ve tükenmişliğin bir diğer açık belirtisinin de her dürtü ve uyarana anında tepki vermek olduğunu söylüyor. Semptomlar bunlar olduğuna göre teşhisi koymak aşikar duruyor.

Kitapta bahsedildiği ve kendimde de gözlemleyebildiğim gibi anlatılan durum içsel kaynaklı olduğu için kendimi sömürmeye ve tüketmeye dur diyebilmek, hatta durmasını isteyebilmek mümkün mü emin değilim.

Chris Botti Konseri’nin Ardından

Hayatımda dinlediğim en iyi konsere bu akşam katıldım. Eve geldiğimde hissettiklerimi not etmek istedim. Etkinlik çıkışlarında dönüş yolunda hep birşeyler dinlerim ama bu sefer konserin kafamda biraz daha devam etmesini istedim ve sadece sürdüm.

Konseri bir caz quartete eşlik eden senfoni orkestrası ve dört konuk müzisyenden oluşuyor şeklinde tanımlayabilirim. Fakat senfoni orkestrasını da beşinci konuk gibi de düşünebiliriz.

Kemanın bulunduğu bölümlerde senfoni orkestrası ile birlikte konçerto ve cazın füzyonü tadı aldım. Büyük bir orkestranın katkısı ile keman bölümü çok görkemli bitiriş yaptı. Bu boyutta bir orkestra olmadan o kısım aynı coşkuyu oluşturabilir mi diye aklıma takıldı.

Caz müzikte en beğendiğim enstrüman sanırım saksafon ve bu akşam çok yetenekli bir saksafon müzisyenini dinledim. Hem solo kısımları hem de diğer sanatçılarla etkileşimi etkileyiciydi. Chris Botti’nin de bir pirinç enstrüman virtüözü olması sanırım saksafon için bu yeteneği ekibine dahil etmesinde etkili olmuştur.

Konser boyuncu diğerlerine kıyasla en zayıf kalan enstrüman bence piyano oldu. Fakat, davul enfes müziğinin yanına kattığı akrobasisi ve gösterisi ile olası tüm eksikleri kapattı diye düşünüyorum. Vokal ve kontrbasın düet yaptığı bölümde aklıma Devlet Tiyatrolar’ının Kontrabas oyununda kontrbas sanatçısının enstrümanına en uyumlu sesin mezzo-soprano olduğunu söylemesi geldi. Caz gruplarında her daim biraz arkadan kalan kontrbas mezzo ile birlikte olduğu kısımda parladı.

Konserin sonu o kadar yüksek bitti ki ilk kez bir konserde bis yapılmasın istedim. Çünkü, ne çalınsa artık o seviyenin altında kalacaktı. Sanırım ekipte bu durumun farkında ki alkışları karşılıksız bırakmadan ama çok da uzatmadan performansı tamamladılar. İyi ki katıldım dediğim bir konser oldu, umarım bu seviyede etkinlikler daha sık olur ve ben de dinleme fırsatı yakalarım.

Cephede Pikinik’in Ardından

Cumhuriyet Bayramı’nda bu absürt oyunu Oda Tiyatrosu’nda izleme fırsatı buldum. Yolların kapalı olması sebebiyle arabayı Bahçelievler’de metro otoparkına bırakıp metro ile Ulus’a gittik. Oyun, türü gereği, alışılmışın dışında bir düzene sahip. Oyunculuklar beni tatmin etti, fakat hikayenin kendisi benim açımdan bir adım daha geride kaldı.

Savaşlarda bireysel olarak en çok etkilenenlerin, durumun oluşmasında ve gidişatında etkisinin hiç olmaması beni derinden etkiliyor. Kendim de onlardan birisi olduğum için sanırım bu böyle. Toplumun en alt, en çok bireyin bulunduğu bu tabakasının maalesef her ferdi bu trajik gerçekliğin farkında değil sanırım. Belki yazar da bunu bir şekilde değiştirebilme ümidiyle bu eseri oluşturdu. Fakat hikayenin sonu itibariyle, belki o da denemesinin olumlu sonuçlanacağına dair yeterli umuda sahip değil diyebiliriz.

Savaşı yaşamamışların aklındaki, savaşın basitliği ve zararsızlığı savaşları mümkün kılıyor olabilir. Ben de, çok şükür, hayatımda bizzat bir savaş deneyimi yaşamadım ve umarım da yaşamam. Lakin hem sanat eserleri hem de bir dönem mesleki tecrübelerim marifeti ile ,vahametini tüm gerçekliği ile bilemesem de, zatından dehşet ile kaçınılması gerektiğini anlayacak tahayyüle sahibim. Yazarın da hikayesine bu vurgu ile başlaması beni etkiledi.

Tarafların birbirinden farklarının olmaması savaşın çelişkilerinden birisi. Bunu anlamak maalesef çok kolay değil ki hala savaşlar mevcut. Bu hususu her düşündüğümde aklıma Avrupa Birliği gelir. İkinci harp sonucunda çok fazla bedel ödeyerek de olsa bunu kısmen anlamış olmaları ben de bir umut doğurmakla birlikte, öğrenilenin sınırlı bir coğrafyada kalmasının ödenen bedele nispetle edinilen kazanımın yetersiz kaldığını gösteriyor. Bir de bunun üzerine çıkarılan derslerin kalıcı olmaması, nesiller ilerledikçe irfanın silikleşmesi eklenince ümitsizliğe kapılmamak mümkün mü?

Enfokrasi’nin Ardından

Byung-Chul Han’ın okuduğum ilk kitabı bu. Bitirdikten sonra yazarın birkaç kitabını daha aldım. Günümüzdeki toplum dinamiklerine özgün bir bakışı olduğu kanaatindeyim. Lise yıllarında sosyolog olmak istemiş fakat şu an veri bilimcisi olarak hayatını kazanan birisi için ilgi çekici bir kitap ve yazar.

Yazarın Yorgunluk Toplumu kitabında da benzer düşüncesi aklımda kalmıştı, bir önceki toplum çeşidi olan disiplin toplumunda dış bir etki ile görünür, bilinir olmaya zorlanan kişi, günümüzde, enformasyon toplumunda, iç motivasyonu ile kendi isteğiyle bunu yapmakta. Bu yazdıklarım bile buna bir örnek aslında. Okuduğum kitabın içimde uyandırdığı hisleri ve düşünceleri bir zorlama olmadan veya bir karşılık beklemeden herkes tarafından görülebilecek şekilde paylaşmak arzusundayım. Tabi bu durumun ne kadar gerçekten kendi düşüncem olduğundan emin değilim. Genel olarak yazar da benzer kanaatte diye zannediyorum. İçinde bulunduğumuz toplumun dinamiklerinin, aldığım eğitimin, maruz kaldığım iliskilerin, yayınların, reklamların etkisi ile artık bunları kendi arzum olarak görüyor da olabilirim.

Görünür olma konusunda yazarın şeffaf cam mimarisi ile dikkat çeken Apple mağazaları ile Kabe’yi karşılaştırması da ilgimi çeken noktalardan. Eski öğretilerdeki kendini ifşa etmenin hoşgörülmemesi durumundan günümüzdeki noktaya gelişimiz yazarın da dediği gibi birbirine zıt görünüyor.

Kitapta da bahsedildiği gibi yeterli veri ile sistemlerin bizi kendimizden daha iyi tanıyor olması bana çok korkutucu geliyor. Doğrudan bir konu ile ilgili verilerimi paylaşmamış dahi olsam benimle ilgili diğer veriler marifeti ile hakkımda yüksek doğrulukta bilgi oluşturmak mümkün. Bunun günümüzde yaşayan birçok insan için geçerli olması insanların istenildiği gibi manipüle edilebilmesini mümkün kılıyor. Bu durum aslında zaten bildiğim ama kitap sayesinde tekrar hatırladığım bir gerçek oldu.

Son olarak da verinin yalnız başına bir kıymet ifade etmemesi, ancak onun bir bağlam içerisinde hikayleştirildikten sonra etkin olması hususunu not etmek istiyorum. Yazar bunu kitleler üzerinden komplo teorileri ile anlatmış. İlgili kısmı okuduğumda benim aklıma da iş hayatımda tecrübe ettiklerim geldi. Verileri az bir görselleştirme ile ilgilisinin karşısına çıkarmak, istediğiniz etkiyi almanız için kafi gelmiyor. Gösterdiklerinizin üzerine akılda kalıcı bir hikaye anlatabildiğinizde ise beklentinizin ötesinde sonuçlar elde etmeniz mümkün.

Son Gece Mahallesi’nin Ardından

Çarşamba günü çalışmak için ofise gittim. Evden çıkmayı fırsata çevirip akşamı da tiyatro ile değerlendirmek istedim. Cüneyt Gökçer sahnesindeki oyun öncesinde salon etrafında ufak bir yürüyüş yapıp güzel havadan istifade ederken, yaklaşık bir buçuk saat sürecek oturma sürecine de hazırlık yapmış oldum.

Sade bir dekora sahip olan oyun başlamadan öncede anlatıcı rolündeki oyuncu seyirciler arasında dolaşıp insanlarla sohbet ediyordu. Oyun saati geldiğinde ışıkların kapanmasını beklemeden sahneye çıkıp oyuna giriş yaptı. Daha önce de belirttiğim gibi resmi oyun saati başlamadan önce seyirci ile iletişim kuran oyunlar çok hoşuma gidiyor, küçük farklılıklar sebebini bilemediğim bir keyif ile dolduruyor içimi. 

Başta Şaziye karakteri olmak üzere oyuncuların kabiliyetlerini parlatabilecekleri ve bunu başardıkları bir eserdi. Tek perde için bence uzun bir süre olmasına karşın hiç heyecanım düşmeden takip ettim oyunu. Hayattaki çelişkileri ortaya koyan, insanların hayatlarının bir anda nasıl da sert şekilde değişebileceğini anlatan oyunlar hayli ilgimi çekiyor. Oyun bunu yaparken sahne ve ışık tasarımı ile de sanatsal dokunuşlar barındırıyorsa değmeyin keyfime.

Gördüğünüz bir yanlışı her zaman engelleyebilir misiniz? Mesela çocuğuna yanlış davranan bir ebeveyni uyarabilir misiniz? İnsan arada kalır. Bilirsin yapılmaması gerektiğini ama engel olmamak kolay olandır. Engel olmanın bir bedeli vardır veya ihtimali. O ihtimali ne zaman göze alırız? Korkup eylemsiz kaldığımızda vicdan azabı çeker miyiz? Bence genellikle hayır, hatta tahmin ettiğinizden daha yüksektir bence bu oran. Ekseriyetle farkına bile varmayız eylemsizliğimizin sonucunun. Ancak düşününce, etraflıca ama, neler sebep olduğunu analiz edebiliriz. Bir de rollerin değiştiği durum vardır. Biz mağdur olduğumuzda görenlerin tepkisizliğine karşı ne hissederiz? Kin, nefret, öfke, şaşkınlık, iğrenme, anlayış, bunlardan biri, birkaçı veya haricinde duygular olabilir. Vakit geçtikçe de değişir hislerimiz, düşüncelerimiz. Olay demini aldıkça evrimleşir duygular da, ancak hayatta kalabildiyseniz. Bu eserde başkalarına karşı uygulandı şiddet, kendi üstüne dönme ihtimali de vardı.

Dogville’in Ardından

Bu akşam Akün Sahnesi’nde Dogville oyununu izledim. Kalabalık bir ekibin oynadığı, sahneye koyma adına güzel dokunuşlar yapılmış detayların olduğu bir oyundu. Oyunda bir seyirci koltuğunun da kullanılması sebebiyle diğer sahnelerde nasıl oynanacağını merak ediyorum. Oyuncuların izleyicilerle geçişkenliğinin olması bana sebebini anlayamadığım bir keyif veriyor. Benzer durumu 12 Öfkeli’de neredeyse sahne içinde diyebileceğim bir şekilde oturduğumda da hissetmiştim. Ayrıca, seyirciler koltuklarına yerleşirken sahnede ufak hareketlerin olduğu oyunlar da, İzafiyet ve Toplu Hikayeler’de olduğu gibi, aklımda hoş hatıralar bırakıyor.

Yaşadığım çevreden farklı kanaatlere sahip olduğum zamanlar oldu. Tecrübesizken bunları dile getirdiğim de oldu. Sonra öğrendim. Anlaşılacak şekilde ifade etmemek gerektiğini öğrendim. Söylememek gerektiğini değil veya ifade etmemek de değil. İçinizde tutmak mümkün değil sanırım veya ben beceremedim, beceremiyorum. Bir yere kadar tutabiliyorum, bir zamana kadar. Biriken basıncı içinde tutmak kolay değil, ama fütursuzca dışarı vurmak da sürdürülebilir değil. Bu sebeple bir şekilde boşaltılmalı biriken. Ama usulca. Bu dediklerim benim gibi güçsüzler için geçerli sadece. Gücünüz varsa fütursuz olabilirsiniz, olmak istersiniz belki de olmalısınız. Ama ben olamam, şimdi de olamıyorum ve sanırım hiçbir zaman olamayacağım. Olamayacaksan herhangi bir şeyin anlamı var mı? Olabilseydim anlamı olur muydu? Bilmiyorum, fakat düşünüyorum.

Bir ara mutluydum. Yani sanırım öyleydim. Mutlu değilsem bile şimdiki kadar rahatsız değildim. Tekrar öyle olmak mümkün görünmüyor bana. Bir sebep, amaç bulabiliyordum kendime ve görevini yapmış bir insanın huzurunu, mutluluğunu veya hangi hisse o his onu hissedebiliyordum. Şimdi ise öyle değil. Bu huzursuzluk tahammülümü de tüketiyor, yok ediyor. Merhametsiz kılıyor beni. Hissedemiyorum. Sebepsiz acı çektirildiyseniz, işkence edildiyseniz oluyor sanırım veya sadece üst üste geldiği için öyle düşündüm. Grace’inki de mi tesadüf? 

Oyunun bittiği yere kadar olanı iyi kötü ben de biliyordum. Sonrasını çok merak ediyorum. Grace sonra ne yaptı? Bir günü nasıl geçti? Sabah ne yapmak için yataktan kalktı? Peki miras kalan iktidarı olmasa ne yapardı? Veya oyun bir başka şekilde aksaydı ve bir gün başka bir Grace bulup onu umursamadan salsalardı ne yapardı?

Roma Hamamı’nın Ardından

Okulların ara tatilinde annem ve kardeşim bize geldiler. Tiyatro izlemeyi sevdikleri için birlikte İrfan Şahinbaş Sahnesi’ndeki tek perdelik oyuna gittik. Oyunun adı ve afişi oyunun Roma döneminde geçeceği izlenimini vermişti fakat öyle olmadı. Stüdyo Sahne küçük olması ve koltukların sıralanışı ile nerede oturduğunuzdan bağımsız olarak çok iyi bir görüş imkanı sunduğu için bana çekici geliyor. Ek olarak, araçla gelecekler için rahat otoparkı aracı olmayanlar için Opera’dan servisi ile de ulaşımda kolaylıklar sunuyor.

Birey mi toplum mu öncelenmelidir sorusunun şu an bende de cevabı yazar gibi çok net. Fakat bir dönemler arada kaldığımı, bugünkü kadar kesin bir cevaba sahip olmadığımı hatırlıyorum. Demek ki ben de kimi durumlarda toplumun menfaati adına bir takım kişisel haklardan vazgeçilebileceğini düşünmüşüm. Bu durum insanları sevmekten kaynak  buluyormuş gibi dursa da, sanırım biraz da en doğrusunu bildiğini sanmak yanılgısını ihtiva ediyor. Birey kendiniz değilseniz toplumun menfaatlerini önde tutmak daha kolaydır. Fakat kendi zararınıza olacak şekilde toplumun faydasını önceleyebilir misiniz? Hele bu çağda, bireyselliğin son derece ilerlediği bir dönemde, bu mümkün müdür? Zannediyorum ki çok küçük bir azınlık haricinde insanlar kendi çıkarlarından vazgeçmiyorlar, belki de vazgeçemezler. Menfaatinden öncelemiyormuş gibi görünen birçok kişinin ajandasında daha büyük bir faydanın olduğunu zannediyorum. Toplumun huzuru ancak bireylerin temel haklarından vazgeçilmedikçe temin edilebilir. Yoksa kişinin hakları toplumun faydasının neyde olduğunu belirleyen kişiler tarafından çiğnenebilir. Zannediyorum ki Evrensel Beyanname’nin önemi de burdan kaynaklanmaktadır. Fakat populizmin pratikleri ile insanın hayatta kalma içgüdüsüne oynayarak bu uzlaşıyı unutturmak mümkündür.

Sabahtan Akşama’nın Ardından

İşyerinden arkadaşların kurduğu kitap kulübüne ben de katıldım. İlk kitabımız bu sene (2023) Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Jon Fosse’nin Sabahtan Akşama isimli novellasıydı. Kitabı öncelikle Storytel’den dinledim. Sonrasında da okudum. Kitabın bende en dikkat çekici kısmı cümlelerin nokta kullanılmadan uzun ve soluksuz devam etmesiydi. Hayatta sıkça rastladığım ve rahatsız olduğum bir durumdur soluksuz devam etmesi. Bazen bir mola ihtiyaç duyarsınız fakat maalesef mola yoktur. Hiçbir zaman dinlenmenize, nefes alıp tekrar yola devam etmenize izin vermez. Kitabın o aralıksız akışı da okunmasının zor olması ile bana hayatı anımsattı. Başınızdan zorlu bir olay geçtiyse muhtemelen siz de bir sonraki adımınızı atmak için biraz dinlenmeye ihtiyaç duymuşsunuzdur, fakat hayat size bu fırsatı vermemiştir ve vermeyecektir.

En çok molaya ihtiyaç duyduğumda kaybedecek zamanım yoktu. Hem ilerlemeli, hem de kendimi tedavi etmeliydim. Atlamam gereken engeli geçmek için fırsatın hangi an karşıma çıkacağını bilmiyordum ve geçiş kapısını bulana dek her kapının ardına bakmam gerekiyordu. Kurtuluş, kontrol edemediğim kapılardın birisinin ardında olabilirdi ve ben dinlenirken o kapı bir daha açılmamacasına mühürlenebilirdi. Bu sebeple ne kadar yorgun, bitkin ve yaralı da olsam fasılasız kapıları zorlamam gerekiyordu. Yaralarımı ancak doğru kapıyı bulduktan sonra, daha düzenli ve tanıdık yolda seyahatime devam ederken iyileştirecektim. Bir şekilde bu stratejim işe yaradı ve zor da olsa o en sancılı süreci, kelimenin gerçek anlamıyla, ölmeden atlatabildim. Hala iyileşmek için zamana ihtiyacım var ve biliyorum ki hayat bana o zamanı vermeyecek.

100. Yıl Cumhuriyet Bayramı Konserleri’nin Ardından

Bu yıl 29 Ekim herkeste daha yüksek bir heyecan uyandırdı. Cumhuriyet ilan edileli 100 yıl oldu. Kutlamalar, törenler önceki yıllardan daha coşkuluydu. Ben de bu kutlamalardan ikisine katılma fırsatı yakaladım, CSO’nun ve ADOB’un Cumhuriyet Bayramı Konserleri.

CSO’nun konserine 27 Ekim akşamı eşimle birlikte katıldım. Program tamamen marşlardan oluşmaktaydı. Konserde, sahnede bulunan iki koroya, seyirci koltuklarından eşlik eden amatör koroların da katılımı ile birlikte yaklaşık 900 kişilik büyük bir koro vardı. Konser programında söylenecek marşların sözlerinin de yazılması ile izleyicilerin de koroya dahil olması sağlandı. Yaklaşık bir buçuk saatlik program boyunca coşkulu marşlar söyleyerek bayramı kutladık. Bu konserde en çok Vatan Marşı’nı ve İzmir Marşı’nı beğendim. İzmir Marşı çok güzel bir düzenleme ile fakat hafif tempoda söylendi. En azından kapanışta yüksek tempo ile coşkulu bitirilebilirdi diye düşündüm. Nitekim, Opera Sahnesi’ndeki konser bu şekilde bitti.

29 Ekim akşamı sahnelenen konser ise bünyesinde bale ve opera sanatçılarını da barındırmasının avantajı ile dans ve teatral unsurları da içererek daha sarmalayıcı kurgulanmıştı. Seyirciler, temsilin gerçekleştirildiği mekanın dönemin mimarisinin önemli eserlerinden birisi olması yanında, fuaye tasarımı ile de daha salona girmeden başlayan bir deneyim yaşadı. Konserde ilk Cihan Harbi’nin neticesi ile başlayan, Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı ile devam edip Modern Cumhuriyet ile günümüze kadar uzanan Türkiye’nin hikayesi müzik ve şiirsel anlatımlarla iç içe şekilde aktarıldı. Program boyunca solistlerin Tosca ve Carmen operalarından söyledikleri parçalar müzikal olarak en keyif aldığım kısımlar olurken, Çanakkale Türküsü hüznü ve acıyı, İzmir Marşı ise coşkuyu ve kıvancı en yoğun yaşadığım eserler oldu. Çanakkale Türküsü’nün icrası esnasında her iki yanımda ve arkamda bulunan kişiler ağlarken benim de gözlerim doldu. İnanıyorum ki Türkçe bilmeyen bir kişi dahi o eseri dinleseydi yaşanan acıları bedeninde ve yüreğinde hissederdi.

İzledim diğer bir çok konserde olduğu gibi bu iki konserde de maalesef seyircimiz sahnelenen sanata yakışan düzeyi gösteremedi. Eserlerin icrası esnasında sohbet eden çok sayıda kişi vardı. Buna ek olarak, son konserde arka sıramda bayram coşkusunu evladına da yaşatmak isteyen bir anne vardı. Fakat yavrusu yaşı itibari ile bu düzeyde ve sürede bir temsili, anlamak bir yana dursun izleyebilecek seviyede dahi değildi. Zavallı yavrucak, programın üçte ikilik kısmından sonra her eser arasında “Umarım bu son şarkıdır.” diye mızmızlandı. İkili arasındaki konuşmaların zirve noktası ise; ilgili annenin, aryaların seslendirildiği anlarda üst yazının her değişimini fırsat bilerek “Şimdi ne yazıyor?” diye coşan çocuğuna ,ancak bir annenin gösterebileceği ilahi bir sabırla, çevirileri okumasıydı.

Özet olarak, bu özel bayramda böyle tarihi organizasyonları seyredebildiğim için kendimi müthiş şanslı hissediyorum. Muhakkak ki, sahnelenen programlar yakın coğrafyamız içinde türünün nadide örnekleridir. Fakat, içinde bulunduğumuz günün bendeki anlamı o kadar yüceydi ki organizasyonların sanatsal ve prodüksiyon ile ilgili yönlerine ancak bu kadar değinebildim. Sadece o ortamlarda bulunmak dahi hayatımın sonuna kadar mutlulukla yad edip, özenle anlatacağım bir hatıra kazandırdı.

CSO & Mariinsky Tiyatrosu Senfoni Orkestrası Ortak Konseri’nin Ardından

Hafta içi olmasına rağmen bu farklı konseri kaçırmak istemedim. Konseri dinlemek için beni motive eden birkaç başlık vardı. Bunlardan ilki, bu büyüklükte yabancı bir orkestra, tabir yerinde ise, ayağıma kadar gelmişti. Buna ek olarak, Rusya klasik müzikte ekol ülkelerden birisi ve misafir orkestra da bu ülkenin en prestijli organizasyonlarından birisi. Çalınacak eser ile icracı topluluğun ilişkisi de beni heyecanlandıran bir başka nokta oldu. Konserde Şostakoviç’in Leningrad senfonisi çalındı. Bir şehrin işgalden kurtuluş mücadelesini anlatan bu eseri o şehrin orkestrasından dinlemek konsere ayrı bir hikaye katıyordu. Son olarak ise konseri şef Valery Gergiev’in yönetecek olması da benim için konseri ilginç hale getiren konulardan birisiydi. Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında Münih Filarmoni Orkestrası’ndan kovulması ve önemli festival ve salonlardaki performanslarının düzenleyiciler tarafından iptal edilmesi ile gündeme gelen meşhur şefin yönetimine şahitlik etmek istedim.

Biletleri günler öncesinden tükenen konserin, bir çoğunun Rus olduğunu düşündüğüm önemli sayıda yabancı dinleyicisi de vardı. Kalabalık seyirciye mukabil icracı sanatçılar da bir hayli çoktu. Tam sayıyı bilmemekle birlikte, zannediyorum ki elli kadarı yaylı olmak üzere yüzün üzerinde enstrümandan oluşan bir orkestrayı dinledik. Yaklaşık yetmiş beş dakika kadar süren eserin ilk kısmında kimi zaman yüksek, sonunda ise daha zayıf çalan melodi aklımda en çok kalan yer oldu. Arasız uzun olan eserleri dinlemek benim için biraz güç oluyor. Özellikle kırkıncı dakikadan sonra düşük tempolu kısımlar varsa konsantrasyonumu kaybetmeye başlıyorum. Leningrad’da da benzer durumla karşılaştım. Sonuç olarak dinlemekten keyif aldığım güzel bir konseri daha geride bırakmış oldum.